İçeriğe geç

Liberalizm Yazıları -1-

28 Nisan 2011

11 Eylül Hadisesi’ni izleyen süreçte, Amerika Birleşik Devletleri’nin başını çektiği batı bloğunun tüm dünya sathında yeni bir askeri seferberlik ilan etmesi, Batı Dünyası’nın  – veyahut Avrupa’nın – müdahaleci tutumunu ve bu siyasi tutumunun insani ve ekonomik sonuçlarını tekrar gündeme taşıdı.

Batı’nın dünyanın geri kalanıyla olan ilişkilerinde benimsediği müdahaleci üslup, Wallerstein’ın öne sürdüğü üzere, bir “evrensellik söylemi” üzerinde temellendirilebilir. Ortaya çıkışı ve gelişimi tarihsel süreç içerisinde açık bir şekilde takip edilebilen bu tavır, çağın gerekliliklerine göre argümanlarını değiştirip yenileyebilir.

Bahsi geçen müdahaleci politikaların dayandırıldığı argümanların yirmibirinci yüzyıla tekabül eden biçimleri ise aşağıdaki gibi özetlenebilir:

  1. Temel insan haklarının korunumunun garanti altına alınması.
  2. Demokratik rejimlerin inşasının ve geliştirilmesinin sağlanması
  3. Batı Dünyası’nın teknik ve ahlaki üstünlüğünü işaret eden “Medeniyetler Çatışması” jargonu.
  4. Konjonktürel biçimde, serbest pazar yasalarının ve neo-liberalizmin karşı durulmazlığı.

Kısa bir süre için Batı Dünyası’nın yirmibirinci yüzyıldaki müdahaleciliği hakkında ortaya koyduğumuz tanımlardan uzaklaşarak, onaltıncı yüzyıldan bir anektod aktaran Immanuel Wallerstein’a kulak verelim. Hikayenin baş aktörleri, İspanyol konkistadorlar (Güney Amerika’yı yağmalamak ve koloni haline getirmek için İspanya’dan ayrılan birliklere verilen isim, fatih) ile birlikte Amerika’ya gelen Dominikan rahibi ve tarihçi Bartholomew de Las Casas ve teolog Juan Gines de Sepulveda’dır.

Sepulveda, Güney Amerika’nın yerli halklarının cahil, vahşi, iğrenç ve acımasız olduğunu belirtiyor, kasten olmasa dahi, insan kurban etme gibi sapkın gelenekleri yüzünden kutsal yasaları ve tabiat kanunlarını kirlettiklerini öne sürüyordu. Sepulveda’ya göre tek çözüm, Güney Amerika’nın yerli halklarına, İspanya tarafından atanmış rahiplerin gözetiminde Hristiyanlığın esaslarının benimsenmesi fırsatının tanınmasıydı.

Las Casas ise Sepulveda’nın iddialarını birer birer çürütmeyi denedi. Yerlilerin “barbar” olarak nitelendirilmesinin göreceli bir durum olduğunu belirten Las Casas, “Hristiyanlığın yasalarının ihlal edilmesi” gibi bir ithamın ise yalnızca Hristiyanlık dinine olan bağlılığını deklare etmiş kişileri ve toplumları bağlayacağını söylüyordu. Las Casas’a göre, “putperestlik yalnızca Tanrı tarafından yargılanabilirdi.”

Las Casas ve Sepulveda arasında yıllar boyu süren bu tartışmanın, geride kalan tarihsel buluntulara bakıldığında bir kazanını yoksa da, kaybedenin kim olduğu şüphe götürmez bir biçimde ortadadır:

“İspanyollar, önceki yüzyıllarda asla duymadıkları-bilmedikleri dünyanın yeni bir bölgesine, akıl almaz bir küstahlıkla yayılarak, orada yaşayan insanların kendi egemenlik iradelerine karşı çıkarak canavarca ve olağandışı suçlar işlediler. Binlerce insanı öldürdüler, köylerini yaktılar, hayvanlarını gasp ettiler, kentlerini yıktılar, hiçbir açıklanabilir ve makul gerekçesi olmaksızın bu yoksul insanlara karşı canavarca bir zulüm eşliğinde iğrenç suçlar işlediler. Bu tür hunhar, yırtıcı, zalim ve fesat insanların Tanrıya inandıkları ve Yerlilere iman aşıladıkları düşünülebilir mi?”

Las Casas ve Sepulveda arasında geçen tartışmadan günümüze kalanlar, yirmibirinci yüzyıldakine benzer tartışmaların onaltıncı yüzyılda da yürütülmüş olduğunu gösteriyor. Günümüzde de süren “kimin, nasıl ve ne zaman müdahale etmeye hakkı vardır?” tartışmasında Las Casas ve Sepulveda’nın kendilerini konumlandırdıkları pozisyonlar oldukça açık bir biçimde seçilebilir.

Ne yazık ki, Las Casas döneminin siyasi ve dini liderlerini ikna etmeyi başaramadı. İspanyol konkistadorlarının Hristiyanlaştırma ve kolonileştirme çalışmaları kıta nüfusunun üçte ikisini ortadan kaldırdı (bu kıyımda Avrupalılar’ın beraberlerinde yeni kıtaya taşıdığı mikroorganizmaların payı da yadsınamaz) ve pek çok gelişmiş uygarlık ardında hiç bir iz bırakmamacasına ortadan kayboldu.

İspanyollar’ın ortaya koyduğu müdahaleci tavır, günümüzdeki gibi dört temel gerekçeye dayanmaktaydı. Bunlar, yeterince “uygarlaşamamış” toplulukların barbarlıkları, evrensel değerlere ters düşen uygulamalara ve geleneklere son verme, masumları zalimlerin elinden kurtarma ve son olarak evrensel değerlerin yayılma imkanlarını genişletmektir.

Günümüze gelirsek, son on yılda Afganistan, Irak, Libya ve Batı müdahalesine maruz kalan diğer bölgelerdeki uygulamalar incelendiğinde, beşyüz yıl önce temelleri atılan müdahaleci ahlakın, argümanlarını çok da fazla değişikliğe uğratmadan günümüze dek geldiğini görebiliriz.

Çağımızdaki müdahale biçimleri hakkında yazmaya bilahare devam edeceğiz.

Yararlanılan kaynak: Immanuel Wallerstein – Avrupa Evrenselciliği, İktidarın Retoriği (Aram Yayıncılık, 2007, Çeviren: Sinan Önal)

Resim: Conquistador – Madspeitersen http://tinyurl.com/6zqaa8s

Yorum bırakın