İçeriğe geç

The Economist’ten Uludere yorumu

08 Haziran 2012

Bir önceki hafta, Pentagon’dan gelen açıklamalar üzerine yeniden başlayan Uludere Katliamı tartışmaları, Başbakan Erdoğan’ın kürtaj açıklamaları üzerine yönünü kaybetmişti. Öyle ki, “Her kürtaj bir Uludere’dir” söylemi bile Uludere tartışmasının sönümlenmesine engel olamamıştı.

Görünen o ki dış basın gündemi reaksiyoner bir biçimde takip etme hatasına düşmeye ulusal basınımızdan daha az meyilli. Türkiye’deki son gelişmelerin kısa bir derlemesi niteliğindeki The Economist makalesinin Türkçe çevirisini aşağıda bulabilirsiniz.

***

Uludere Katliamı
Kürtler’in öldürüldüğü olayın siyasi yankıları hala sürüyor

9 Haziran 2012

Türkçe’ye çeviren: Doğu Eroğlu

Kaynak: The Economist

Artık Türkiye’nin Kürt politikasını simgeleyen, yeni bir zalimlik sembolü var. 28 Aralık’ta Türk savaş uçaklarından gerçekleştirilen bombardımanla, Irak sınırından Türkiye’ye geçen 34 Kürt kaçakçı öldürüldü. Çoğu gençlerden oluşan grubun en küçüğü henüz 12 yaşındaydı. Memleketleri Uludere ilçesi ve çevresindeki Kürt köyleriydi. Bombardımanda ölenlerin aileleri, yakınlarından geriye kalanları katırlardan ayırt etmekte zorlandı. Olayda 16 yaşındaki oğlunu yitiren Abdurrahman Yürek, “Elimizden geldiğince parçaları birleştirip defnettik” diye konuştu.

Anlaşıldığı kadarıyla, kurbanlar ayrılıkçı Kürdistan İşçi Partisi (PKK) militanları zannedilmişlerdi. Aslında, köy sakinleri arasında PKK’ya karşı milis [korucu] olarak savaşmaları karşılığında devletçe maaşa bağlanan kişiler de bulunuyordu. Türk ordusuna ait insansız uçaklarından elde edilen görüntüleri izleyen meclis araştırma komisyonu üyeleri, görüntülerde köylülerin silah taşımadığını, katırların ise mazot yüklü olduğunu belirttiler. Halk öfkeden deliye döndü. Kürt yanlısı Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) milletvekilerinden Ertuğrul Kürkçü büyük bir öfkeyle, “Bu kaza değil, planlı bir katliam” açıklamasında bulundu.

Gerçekte ise olay bir katliamdan öte, korkunç bir hataymış gibi gözüküyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, silahlı kuvvetlerin “köylülerin arasında PKK militanlarının da olabileceği” şüphesiyle hareket etmiş olabileceğine ilişkin açıklaması da bu görüşü kuvvetlendirdi. Ancak ortada yanıt bulunamayan pek çok soru vardı. Niçin siviller hedef alınmıştı, istihbarat kim tarafından sağlanmıştı ve emri kim vermişti? Bombardımana kurban veren köylerden birinin muhtarı Haşim Encü, “Herşeyin bir yana, niye hükümet özür dilemedi?” diye soruyor.

Şu günlerde Türkiye’deki Kürtler, kendilerini her zamankinden daha da fazla yabancılaştırılmış hissediyorlar. BDP ve PKK’ya olan sempati ise yükselişte. Bir kararlılık göstergesi olarak, Uludere kurbanlarının mezartaşları Kürtçe afişlerle kaplandı. Köylüler ise adalet yerini bulmadan teklif edilen tazminatı kabul etmeyeceklerini bildiriyorlar. Şırnak Valisi Vahdettin Özkan, olayların Erdoğan’ın ılımlı İslamcı AKP’sinin imajına “büyük bir darbe” vurduğu görüşünde. Wall Street Journal’da yayınlanan bir makale ise Pentagon yetkililerinin, Amerikan insansız hava araçlarının kervanı tespit ettiğine ve Türk makamlarını uyardığına ilişkin açıklamalarına yer verdi. Makaleye göre, Amerikalı yetkililer kervanla ilgili daha fazla istihbarat teklifinde bulunduysa da “Türk tarafı bu teklifi kabul etmek yerine, Amerikalılar’dan insansız hava uçaklarını bölgeden çekmelerini talep etti.”

Başbakan Erdoğan, “yabancı provokatörler”in olaydan fayda sağlamaya çalıştığını ileri sürdü. BDP ve PKK’nın olaydan siyasi kazanç elde etmeye çalışan “ölü seviciler” olduğunu, gazetecilerin de bu emeli gerçekleştirmek için onların hizmetine girdiğini ilan etti. Başbakanın verdiği mesaj, hükümet yanlısı Sabah Gazetesi’nin belirttiği gibi, “Kes sesini”den ibaretti. Başbakan ilk kurbanını buldu bile; bir başka hükümet yanlısı Yeni Şafak Gazetesi’nde çalışan tecrübeli köşe yazarı Ali Akel işinden oldu.

Başbakan Erdoğan şimdi de kürtajın yasaklanmasına ilişkin planlarından bahsediyor ve “her kürtaj bir Uludere’dir” benzetmesini yapmakta beis görmüyor. Çileden çıkan feministler çoktan sokaklara indi bile. Başbakanın kürtaj çıkışı üzerine konuşan muhalefetteki CHP’nin kadın milletvekillerinden Aylin Nazlıaka, “Başbakan vajina bekçiliğini bıraksın” açıklamasında bulundu. Haşim Encü ise “Eskiden Başbakana güvenirdik, şimdi ise elimizde ölülerden başka bir şey yok” diye konuştu.

Doğrusunu söylemek gerekirse Erdoğan, Kürt sorunun çözümü için kendinden önceki başbakanların hepsinden daha fazla çaba sarf etti. Erdoğan, bu hususta devletin geçmişte hatalar yaptığını kabul eden ilk Türk lider oldu ve PKK’yı meseleyi müzakere etmeye davet etti. Ancak görüşmeler geçtiğimiz yıl rafa kalktı. Erdoğan bu gelişmeden PKK saldırılarını sorumlu tutuyor. Kürtler ise Erdoğan’ı samimiyetsizlikle suçluyorlar ve bu iddiayı aralarında 38 belediye başkanının da olduğu binlerce tutuklu Kürt’ü göstererek destekliyorlar. Daha önce 10 yıl hapis yatan BDP milletvekili Leyla Zana, daha geçenlerde bir on yıl daha hüküm giydi. Gelinen noktada İslamcılar bile Erdoğan’a olan itimatlarını kaybetmeye başladılar. Kadın bir ilahiyatçı yazar Hidayet Şefkatli Tuksal’ın Uludere’deki analar kürtaj yaptırmamıştı. Çocuklarını doğurdular ama cesetleri geldi” açıklaması gelinen noktayı gözler önüne seriyor.

Creative Commons Lisansı
“The Economist’ten Uludere yorumu” isimli eser Creative Commons Lisansı ile korunmaktadır. Eserin lisans kapsamında kullanımı hakkında ayrıntılı bilgi için tıklayınız.

Yüzde 1’in sorunu

07 Haziran 2012

“Niçin Amerika’nın en tepesindeki yüzde 1’lik kesim, tıpkı servetleri en yoksul yüzde 30’un tüm varlığına eşit olan altı Walmart varisi gibi, daha bencil olmuyor?”

Bu soruyu, bir zamanlar piyasa iktisadıyla son derece içli dışlı olan (Uzun süre Dünya Bankası’nda baş ekonomist olarak çalıştığını hatırlatalım) ancak deneyimleri ışığında görüşlerinde radikal değişiklikler yaşayan, Nobel Ödülü sahibi iktisatçı Joseph Stiglitz soruyor. “İşgal/Occupy” hareketinin terminolojiye kazandırdığı “yüzde 1” hitabıyla ABD’nin ve dünyanın refah seviyesi en yüksek şanslı azınlığına hitap eden Stiglitz, geçmişten ders almalarını öğütlüyor ve azınlıktaki bu grubun artan eşitsizliğin maliyetinin yüklenicilerinden biri olacağını hatırlatıyor.

Yüzde 1’in sorunu

Yazan: Joseph E. Stiglitz (Yazarın bu ay yayınlanacak “Eşitsizliğin Bedeli” isimli eserinden uyarlanmıştır)

Türkçe’ye çeviren: Doğu Eroğlu

İlkin temel bir aksiyomu belirterek başlayalım: Amerika’daki eşitsizlik yıllardır büyümeye devam ediyor. Bu gerçeğin hepimiz farkındayız. Evet, sağ kesimden bu gerçeği inkar edenler olsa da, siyasal skalanın her iki ucundaki ciddi araştırmacılar bu durumu kabullenmiş durumda. Bu gerçekliğe işaret eden tüm delilleri teker teker değerlendirecek değilim; ancak, yıllık gelir gibi bir veriye bakıldığında ve birikmiş sermaye ile diğer varlıkların toplamını ifade eden “refah seviyesi” kalemi incelendiğinde, yüzde 1 ile yüzde 99 arasındaki uçurumun büyüklüğü anlaşılacaktır. Walton Ailesi’ni ele alalım; Walmart imparatorluğunun 6 varisinin toplam serveti 90 milyar doları bulmakta. Bu da Amerikan toplumundaki en fakir yüzde 30’luk kesimin toplam mal varlığına tekabül ediyor (Gelir sıralamasının en altındaki pek çoğunun özvarlığı ya hiç ekonomik değer taşımıyor, ya da eksi değerlerle ifade ediliyor. Bu tabloda konut krizinin de büyük rolü var). Warren Buffett, “Son 20 yılda bir sınıf savaşı yaşanıyordu ve benim mensup olduğum sınıf bu savaştan galip ayrıldı” derken meseleyi son derece isabetli bir biçimde değerlendirmiş oluyordu.

O halde eşitsizliğin artış gösterdiği konusunda hepimiz hemfikiriz. Süregelen asıl tartışma ise bu gerçekliğin kabulü hususunda değil, eşitsizlikteki yükselişin ifade ettikleri hakkında. Kimi zaman sağ kanattan, eşitsizliğin temelde iyi bir şey olduğuna ilişkin sesler yükseliyor, zenginlerin fayda sağladığı bir durumun nihayetinde tüm toplum için yararlı olacağını ileri sürüyorlar. Bu gibi iddialar gerçeği yansıtmıyor; zenginler servetlerine servet katarken, çoğu Amerikalı (yalnızca en yoksul toplumsal kesim değil) refahtaki bu artışa ayak uydurmak şöyle dursun, hayatlarını dahi idame ettiremez hale geliyor. Mesleği gereği tam zamanlı çalışan sıradan bir erkek işçi, hâlâ bundan 30 yıl önce eline geçen gelir kadar kazanıyor.

Artan eşitsizlik sol kesimden yarattığı tepki ise çoğunlukla temel bir adalet talebinin dillendirilmesi biçiminde ortaya çıkıyor: Niçin çok küçük bir kesim bunca şeye sahipken geri kalanlar çok azıyla yetinmek zorunda kalıyor? Sebebini görmek zor değil, adaletin kendisinin bile alınıp satılabilir hâle geldiği piyasanın egemenliğindeki böylesi bir zamanda, solcuların ileri sürdüğü bu gibi argümanlar, içi boş bir hassasiyet gösterisinden öteye gitmiyor.

Hassasiyetlerinizi bir kenara bırakın. Kendilerinden başka kimsecikleri umursamasalar da, plütokratların eşitsizlik konusunda endişelenmelerini gerektiren haklı sebepler mevcut. Zenginler varlıklarını uzay boşluğunda sürdürmüyorlar, sahip oldukları konumları muhafaza edebilmeleri için etraflarında fonksiyonlarını yerine getirebilen bir topluma ihtiyaçları var. Eşitsizliğin egemenliğindeki toplumlarda ekonomi işlerliğini yitirir, istikrarsız ve sürdürülemez bir hâl alır. Tarih boyunca ve çağımızda yaşananlar tek bir kuşku götürmez gerçeğe işaret eder; artan eşitsizlik tüm ekonomiyi işlevsiz kılan ve toplumu içine çeken bir sarmal haline geldiğinde, zenginler dâhi bu ağır bedeli ödemek zorunda kalırlar.

Birkaç örnekle meseleyi açıklamama izin verin.

Tüketim Meselesi

Bir çıkar grubunun nüfuzunun arttığı vakit, tüm topluma uzun vadede fayda sağlayacak politikalar yerine, bu grubun kısa dönemde daha da kuvvetlenmesine yol açacak politikalar güç kazanır. İş vergi politikalarına, regülasyona ve kamu yatırımlarına geldiğinde, Amerika’da olup biten de bundan ibarettir. Gelirin ve refahın belirli bir gruba yönlendirilmesinin sonucu, Amerikan ekonomisinin itici güçlerinden biri olan hanehalkı harcamaları değerlendirildiğinde anlaşılacaktır.

Farklı ekonomik seviyelerdeki Amerikalı bireylerin, gelirle doğru orantılı artan ilerici vergi politikalarının uygulamaya konması ve eşitsizlikteki azalamanın da etkisiyle, daha yüksek gelir seviyelerine eriştiği dönemlerin, ABD ekonomisinin en hızlı büyüdüğü süreçlerle kesişmesi tesadüf değildir. Benzer biçimde, günümüzdeki resesyon da –tıpkı Büyük Buhran döneminde olduğu gibi– eşitsizliğin önemli artış gösterdiği bir dönemin sonrasında çıkagelmiştir. Toplumun en üst katmanında fazla miktarda para toplandığı zamanlarda, önleyici tedbirler alınmadığı takdirde, ortalama Amerikalı’nın harcamaları düşer. Paranın, piramidin alt katmanlarından en yukarıya doğru hareket etmesi, tüketimi azaltır. Çünkü yüksek gelir grubundaki bireylerin gelirlerine oranla gerçekleştirdikleri tüketim, düşük gelir grubundakilere nazaran daha düşüktür.

Aslında bu durum varsayımlarımlarımızla pek de örtüşmez; zira toplumun zengin kesimlerince yapılan tüketim gözümüze çok daha fazla çarpar. Wall Street Journal’ın haftasonu ekinin arka sayfasındaki rengarenk emlâk ilanlarına bakarsanız ne demeye çalıştığımı anlarsınız. İlkin aklımıza yatmayan bu olgunun değerlendirmesini basit bir hesapla yapabiliriz. 2010’daki geliri 21,7 milyon doları bulan Mitt Romney gibi birini ele alalım. Romney ne kadar müsrif bir yaşam sürerse sürsün, ailesinin ve kendi ihtiyaçlarını idame ettirmek için bu paranın yalnızca küçük bir bölümünü harcayabilecektir. Peki bu geliri 43 bin 400 dolarlık maaşlar halinde beş yüz kişi arasında bölüştürsek ne olurdu? Muhtemelen bu kişiler gelirlerinin tamamını harcardı.

Aradaki ilişki açık ve kuşku götürmezdir: Bir ekonomideki para toplumun en üst kesiminde toplandıkça, toplam talep azalır. Böylesi bir durumda –denklemi bozan bir müdahale gerçekleşmediği takdirde– ekonomideki toplam talep, arz miktarının gerisinde kalacaktır; bu da artan işsizlik anlamına gelir. Böylelikle toplam talep miktarı bir kademe daha düşer. 1990’lı yıllarda “denklemi bozan müdahale” teknoloji köpüğü olarak ortaya çıktı. Yirmibirinci yüzyılın başında ise emlâk köpüğü halini aldı. Şu anda yaşanan derin resesyonda ise kamu harcamalarından başka alınabilecek tedbir kalmamıştır, üstelik ekonomik piramidin tepesindekiler bu harcamaları da kısmaya kararlılardır.

“Rant Kollama” Meselesi

Bu noktada iktisat jargonuna bir miktar da olsa göndermede bulunmam gerekiyor. “Rant” kelimesi tarihsel olarak –ve günümüzde de– toprak mülkiyetine sahip olan kişinin, bu mülkiyetin kullanımından edindiği geliri ifade eder. Elde edilen bu kazanç, gerçek anlamda bir üretimden değil, yalnızca toprak mülkiyetine sahip olma olgusundan kaynaklanır. “Rant” dediğimiz şey, üretim sürecine emeğiyle katılan işçiye ödenen “ücret” ile taban tabana zıttır. “Rant” kavramı zaman içerisinde, belirli bir sektördeki tekel olma özelliğinden ileri gelen kârları da kapsayacak biçimde genişletilmiştir. Hükümetin bir şirkete, bir ürünün ithalatına ilişkin (örneğin şeker) ayrıcalıklı haklar tanıdığı durumda, bu düzenlemeyle elde edilen kazanca “kota rantı” adı verilir. Bir bölgede madencilik yapma hakkı edinilmesi, farklı bir rant türünü oluşturur. Geniş anlamda “rant kollama” kavramını; devlet sübvansiyonların ve kamu gelirlerinin aktarımı, kanunlar yoluyla piyasanın rekabet gücünün azaltılması, holding yöneticilerinin kurum gelirlerinden orantısız paylar alabilmesini sağlayan düzenlemeler (Dodd-Frank reformuyla birlikte, yöneticilerin şirket kazancından aldığı pay üç senede bir hissedarların oyuna sunuluyor. Bu oylamalar bağlayıcı nitelik taşımasa da, durumun olumlu yönde değişim gösterdiği gözlenmiştir) ve holdinglerin doğayı talan ederek kârlarını artırmalarına olanak sağlayan yasalar gibi mevcut siyasal süreçler kullanılarak, toplumun diğer kesimlerinin fakirleşmesi pahasına zenginlerin güçlendirmesi mekanizmaları olarak tanımlayabiliriz.

Ekonomimizdeki rant kollama olgusunun boyutları, somut olarak gösterilemese de devasa büyüklüktedir. Rant kollama yarışında sivrilen bireyler ve holdingler cömertçe ödüllendirilirler. Günümüzde gerçek ekonomik üretimi desteklemek yerine spekülatif kazancın kurumsallaştığı bir pazar haline gelen finans endüstrisi, rant kollama davranışının doruğa çıktığı yerdir. Rant kollama, spekülasyonun da ötesine geçer. Finans sektörünün rant kaynaklarından biri de ödeme araçları üzerindeki egemenliğidir; fahiş kredi ve banka kartı ücretleri ve daha az bilinen diğer kalemler önce ticaret erbaplarına, son tahlildeyse tüketiciye yüklenir. Acımasız borçlanma koşullarıyla fakir ve orta sınıf Amerikalılar’dan hortumlanan paralar da rant gelirinin bir parçasıdır. Son yıllarda finans sektörünün kârlarının, şirketlerin toplam kârlılığının yüzde 40’ına ulaştığını görüyoruz. Bu, finans sektörünün kârlılığının olumlu bir toplumsal katkı yarattığı anlamına gelmiyor. Aksine, gerçekte olan bunun tam tersi. Yaşadığımız kriz, bu durumun ekonomiye verdiği hasarı su yüzüne çıkardı. Bizimki gibi rant kollamanın temel eylem haline aldığı ekonomilerde, özel kazançlarla toplumsal kazançlar arasındaki denge ağır bir şekilde bozulur.

Rant, en basit haliyle, toplumun bir kesiminin sahip olduğu refahın rant kollayıcılara aktarıldığı bir yeniden bölüşüm sürecinden başka bir şey değildir. Ekonomimizdeki eşitsizliğin önemli kısmı rant kollama eyleminin bir sonucudur; rant kollama olgusu, toplumun en alt kesimindeki parayı emer ve bu meblağı en tepedekiler arasında bölüştürür.

Ancak rant kollama eyleminin ekonomiye etkisi bununla sınırlı değildir. Rant kapma mücadelesi en iyi ihtimalle “sıfır toplamlı” bir eyleme tekabül eder, bir tarafın kaybı diğer tarafın kazancı haline gelir. Rant kollama, ekonomik bir büyüme yaratmaz. Bu eylemin aktörleri çabalarını pastayı büyütmek için değil, pastadan daha büyük paylar alabilmek için sarf ederler. Fakat durum gözüktüğünden daha kötüdür; rant kollama eylemi kaynakların verimli biçimde bölüştürülmesini engeller ve ekonomiyi zayıflatır. Rant kollama eylemi, etraftakileri kendine doğru çeken merkezcil bir güçtür; edinilecek kazanç o kadar büyüktür ki zamanla diğer her şey ve herkes unutulur, bütün çabalar yalnızca onu elde etmeye yöneltilir. Doğal kaynakların bol olduğu ülkeler, rant kollamanın yaygınca gerçekleştirildiği yerler olarak kötü bir şöhret edinmişlerdir. Böyle ülkelerde zenginleşmenin en kolay yolu, mal veya hizmet üretip verimliliği artırarak topluma fayda sağlamaktan değil, “uygun” koşullarla doğal kaynaklara erişim elde etmekten geçer. Somut zenginliklerine karşın, bu ekonomilerin oldukça kötü performanslar ortaya koymasının sebebi budur. Alaycı biçimde “Biz Nijerya veya Kongo değiliz” demek kolaydır, ancak rant kollama olgusunun dinamikleri her yerde aynıdır.

Adalet Meselesi

İnsanlar makine değildir. Sıkı çalışmaları için güdülenmeye ihtiyaç duyarlar. Kendilerine adil muamele edilmediğini hissettikleri takdirde onları motive etmek oldukça güç hale gelir. Bu, modern çalışma iktisadının en temel doktrinlerinden biridir. Bu doktrinin ifadesini bulduğu etkin ücret teorisine göre, firmaların işçilerine karşı takındığı tutum ve işçilerine ödediği ücretler, verimliliğe etki eder. Bu teorinin çerçevesini yaklaşık yüz sene önce çizen ünlü iktisatçı Alfred Marshall konuya ilişkin gözlemlerini, “Yüksek ücret ödenen işçi genellikle verimlidir, böylelikle pahalı işçi olmaktan çıkar” diye aktarır. Aslında sayısız iktisadi deneyimle tasdiklenmiş bu önermeyi yalnızca bir teori olarak değerlendirmek yanlış olur.

İnsanlar hiçbir zaman “adil” olanın ne olduğu hususunda tam bir uzlaşıya varamayacak olsalar da, halihazırdaki gelir adaletsizliğinin ve refahın dağılış biçiminin derin bir “adaletsizlik” içerdiğine ilişkin görüş yavaş yavaş Amerika’ya egemen olmaktadır. Kimsenin ekonomimizde büyük bir dönüşüm yaratan, bilgisayarın mucitleri ya da biyoteknoloji alanında çığır açanların servetlerini kıskandığı yok. Fakat ekonomik piramidin tepesindekiler yalnızca bu kişilerden ibaret değil. Piramidin en üst kesimi, ürettikleriyle topluma öncülük edenlerden ziyade, genellikle rant kollama eyleminde sivrilmeyi başaranlardan oluşuyor. Bu durum da pek çok Amerikalı tarafından bir adaletsizlik olarak değerlendiriliyor.

Jon Corzine tarafından yönetilen finans firması MF Global, cezai yaptırım öngörülebilecek pek çok faaliyeti sebebiyle, ardında binlerce mağdur bırakarak geçtiğimiz yıl iflâsını ilan ettiğinde herkes şaşkına dönmüştü. Ancak Wall Street’in yakın geçmişi düşünüldüğünde, bazı MF Global yöneticilerinin şirketten ikramiyelerini almaya hâlâ devam etmelerinin kimseyi şaşırtacağını zannetmiyorum. Holding CEO’larının bir yandan işçi ücretlerindeki indirimlerin ve işten çıkarmaların şirketlerin rekabetçiliğinin muhafaza edilebilmesi için bir zorunluluk olduğunu savunurken, bir yandan da kendi tazminatlarını artırmaya çalışması, haklı olarak işçilerde bir adaletsizlik hissiyatı yaratıyor. Bu durum da işçilerin çalışma performansına, kuruma olan bağlılıklarına ve şirketin geleceğini de ilgilendiren yatırım planlarına olumsuz etki yapıyor. Sovyetler Birliği’ndeki durum da bu tasvire benzerdi; işçilerdeki yaygın kanı, kendilerine adaletsiz bir muamele yapan yöneticilerin sefahat içerisinde yaşadığı yönündeydi. Bu çelişik durum, Sovyet ekonomisinin kuvvetten düşmesine ve en sonunda tamamen yıkılmasına yol açan faktörlerden biriydi. Eski bir Sovyet esprisinin dediği gibi, “Onlar bize para ödermiş gibi yapıyorlar, biz de çalışırmışız gibi.”

Eşitsizliğin arttığı bir toplumda, adalet mefhumu yalnızca ücret ve gelirle veya refahla ilintili değildir. Bundan çok daha geniş bir algıya tekabül eder. Toplumun yöneldiği istikamet bana bir fayda sağlıyor mu, sağlamıyor mu? Toplumsal eylemin faydaları bana ulaşıyor mu, ulaşmıyor mu? Eğer bu sorulara verilen yanıt kararlı bir “hayır” ise, sonuçları ekonomide ve toplumsal hayatın her alanında hissedilecek büyük bir motivasyon kaybına hazır olun.

Amerikalılar için adalet mefhumunun önemli bir parçası da fırsat eşitliğidir; her vatandaş “Amerikan Rüyası”nı gerçeğe dönüştürme fırsatına sahip olmalıdır. İdeal durumu Horatio Alger hikayeleri en güzel biçimde tasvir ediyor, lâkin istatistikler çok farklı bir tablo çiziyor. Amerika’da alt gelir gruplarına mensup bir vatandaşın en üst katmana, hatta orta sınıfa dahil olma ihtimali, hem Avrupa hem de diğer gelişmiş sanayi ülkelerine göre çok daha düşük. En tepedekiler ise kendilerini gelir piramidinin alt katmanlarında bulmaları ihtimalinin, dünyanın hiçbir yerinde Amerika’daki kadar zayıf olmadığını bilmenin keyfini sürüyorlar.

Fırsat eşitliğindeki bu noksanlığın pek çok maliyeti var. Çoğu Amerikalı, gerçek potansiyeline ulaşamamış halde yaşıyor; en kıymetli varlığımızı, yeteneğimizi çarçur ediyoruz. Neler olup bittiğini geç de olsa fark ettiğimizde kimliğimizin önemli bir kısmı ortadan kalkmış olacak, Amerika “adil bir ülke” olma hüviyetini kaybedecek. Bu yoksunluğun ekonomiye yapacağı doğrudan etkilerin yanında, dolaylı etkileri de olacak. Bizleri bir ulus olarak bir arada tutan bağlar yıpranacak.

Güvensizlik Meselesi

Modern siyasal iktisadın cevap aradığı gizemlerden biri de, insanların niçin zahmet edip oy kullandığıdır. Tek bir bireyin oyunun sonuca doğrudan tesir ettiği seçim sayısı çok çok azdır. Oy kullanmanın bir maliyeti olsa da (Hiçbir devlet oy kullanmayıp evinde oturan vatandaşına somut bir para cezası kesmez; oy verme maliyeti, bu işe ayrılan zaman ve çabadır) görünüşe bakılırsa bu işlemin hiçbir zaman bir getirisi olmaz. Modern siyaset ve iktisat teorileri, oy verme sürecindeki aktörlerin mantık çerçevesinde hareket eden ve kendi çıkarlarını gözeten bireyler olduğunu varsayar. Tüm bunlara karşın insanların niçin sandığa gittiği gizemini korur.

Bu bilinmezin bizlere öteden beri belletilen yanıtı, “yurttaşlık erdemi” kavramıyla ilintilidir. Oy vermek, bizler için bir sorumluluktur. Ancak yurttaşlık erdemi denen şey oldukça kırılgandır. Siyasi ve ekonomik yapının tıkanmış ve değiştirilemez olduğuna dair inanış yaygınlaştığı vakit, bireyler kendilerini yurttaşlık ödevlerini yerini getirmekten azat ederler. Toplumsal sözleşme yürürlükten kalktığında, hükümet ve vatandaşlar arasındaki güven yok olur; toplumsal hayal kırıklığı ve çözülmeyi daha da kötüleri takip eder. Günümüzde Amerika Birleşik Devletleri ve dünyanın pek çok yerindeki demokrasilerde böylesi bir güvensizlik hüküm sürmektedir.

Bu durum öylesine yerleşik hale gelmiştir ki! Goldman Sachs’in başındaki Lloyd Blankfein’ın sözleri güven kavramına bakışı tüm açıklığıyla ortaya koyar. Blankfein’a göre, aklı başında hiçbir yatırıcımcı karşılıklı güvene bel bağlamaz, en azından bağlamamalıdır. Blankfein’ın yönettiği bankanın ürün ve hizmetlerini satın alanlar aklı başında, kendi kararlarını verebilen yetişkinlerdir ve neye yatırım yaptıklarını bilmek mecburiyetindedirler. Tüketiciler Goldman Sachs’ın, başarısızlığa uğrayabilecek ürünler tasarlama, piyasa ve ekonomiyle ilgili bazı bilgileri kasten kendilerine saklama ve yarattıkları bu bilgi asimetrisini şirkete fayda sağlamak için kullanabilecek motivasyon ve gereçlere sahip olduğunu bilmek durumundadır. Yatırım bankası kurbanları çoğunlukla varsıl yatırımcılardı. Amerikan toplumundaki bankalara güvenilmemesine ilişkin yaygın kanıyı oluşturan ise, tüketiciyi kandıran kredi kartı uygulamaları ve fahiş borçlanma koşullarıydı.

Ekonominin çalışmasını sağlayan ögelerden biri olan güven, genellikle iktisatçılarca hafife alınır. Üzerinde uzlaşılmış her anlaşmanın işlerlik kazanabilmesinin ön koşulu, taraflardan birinin hukuki yollara başvurması olsaydı, ekonomi tam bir arapsaçına dönerdi. Tarih boyunca gelişen ve büyüyen ekonomilerin ortak özelliği, anlaşmaların karşılıklı güven düsturuyla nihayetlendirilmiş olmasıdır. Güven unsurunun noksanlığında, karşılıklı anlayış temelinde uzlaşıya varılan ve detayları ötelenen anlaşmalar, nihayetinde içinden çıkılamaz hale gelir. Güven olmadığında, taraflar olası bir ihaneti kestirebilmek için birbirlerini kollamaya başlarlar.

Artan eşitsizlik karşılıklı güveni yıpratır. Eşitsizlik, ekonomi dünyasındaki bütün bağları koparan bir fonksiyon üstlenir. Yarattığı dünyada kazananlar bile her dâim tetiktedir. Peki ya kaybedenler? Bir şirketle, patronla veya bürokratla her karşı karşıya gelişlerinde, ceplerine uzanan ellerden başka şey göremez olurlar.

Güven mefhumunun siyasetten ve kamusal alandan daha önemli olduğu bir yer yoktur. O halde birlikte hareket etmemiz gerekmektedir. Neredeyse bütün bireylerin benzer pozisyonlarda olduğu vakit, kolektif eylem kolaylaşır; hepimiz aynı gemide değilsek de, büyüklü küçüklü teknelerde aynı suda yol alıyoruz. Lâkin artan eşitsizlik bu bütünü bambaşka bir görünüme sokuyor; günümüzdeki manzara, bir kaç tane süper lüks yatın çevresine kümelenmiş, insan istifi biçimindeki flikalardan ve öteberiye tutunup yüzeyde kalmaya çalışan kazazedelerden ibaret. Bu bütünün her bir parçasının devletten farklı beklentilerinin olması anlaşılır değil mi?

Günümüzde artan eşitsizlik, neredeyse her alanda kendini hissettiriyor; güvenlik hizmetleri, yerel altyapı ve yolların durumu ile makul seviyedeki sağlık hizmetleri ve eğitime erişim gibi alanlar eşitsizlikten payına düşeni alıyor. Eğitim seviyesinin hükmü arttıkça (Yalnızca bireyler için değil, ABD ekonomisinin bütünü için), en tepedekiler üniversite harçlarının yükseltilmesi ve bütçelerde kesintiye gidilmesi için bastırıyor, bir yandan da öğrencilere verilen öğrenim kredilerinin azaltılması gerektiğini savunuyorlar. Öğrenim kredilerini savunanlar ise, bir diğer rant kollama fırsatının peşine düşenlerden başkası değil. Kârlılık dışında hiçbir prensibi olmayan, iflas halinde bile kurtulunamayan, piramidin tepesindekilerin en alttan katmandan kurtulmaya çalışanları sömürmek için kullandığı bir başka gereçten öteye gitmeyen bir öğrenim kredisi modelini arzuluyorlar.

Çözüm “Bencillik”te

Hepsi olmasa da Amerikalıların çoğu, toplumumuzdaki eşitsizliklerin doğasını tam olarak kavrayamamaktadır. Bir yerlerde bir şeylerin ters gittiğini duyumsarlar, lâkin eşitsizliğin doğurduğu olumsuz sonuçları azımsar, bu durumu tersine çevirmek için alınabilecek önlemlerin ise fazlasıyla maliyetli olduğunu öngörürler. İdeolojik söylemlerle desteklenen bu yersiz inanışların siyaset ve ekonomi politikaları üzerinde feci etkileri vardır.

Tüm o muhteşem eğitimleri, dizi dizi danışmanları ve o çok övülen ticari zekalarına karşın yüzde 1’lik kesimin bu denli yanlış bir algıya sahip olmasını mazur gösterecek hiçbir şey yok. Geçmiş nesillerde yüzde 1’i oluşturanlar daha bilgeydiler. Sağlam bir temel üzerine bina edilmediği takdirde piramidin tepesi diye bir şeyin olamayacağının bilincindeydiler; sağlıklı olmayan bir toplumun kendi konumlarını da tehlikeye sokacağının farkındaydılar. Duygusallıkla uzaktan yakından alakası olmayan Henry Ford, atabileceği en akılcı adımın çalışanlarına makul ücretler ödemesi olduğunu görmüştü. İşçilerin hem sıkı çalışmasını, hem de kendi ürettiği otomobilleri satın alabilecek kadar para kazanmasını istiyordu. Su katılmamış bir aristokrat olan Franklin D. Roosevelt, kapitalist Amerika’nın kurtuluşunun yalnızca refahı yaymakta değil, vergilendirme yoluyla kapitalizmin kendisini dizginleyen düzenleyici önlemlerde olduğunu anlamıştı. Kapitalistlerden hakaret dışında bir şey işitmeyen Roosevelt ve iktisatçı John Maynard Keynes, kapitalizmi kapitalistlerden kurtarmayı başarmışlardı. Hâlâ insanlara güvensizliği ve çıkarcılığıyla anılan Richard Nixon, toplumsal barış ve ekonomik istikrara ulaşmanın tek yolunun yatırım olduğunun altını çizmiş, sağlık sigortası, okul öncesi eğitim programları, sosyal güvenlik ve çevre korunumu gibi alanlarda yüklü yatırımlar gerçekleştirmişti. Bununla kalmayan Nixon, vatandaşların yıllık gelir güvencesine sahip olması gerektiği fikrini de ortaya atmıştı.

Günümüzün yüzde 1’lik kesimine tavsiyem şudur, kalplerinizi karartın. Vergilerin artırılmasını, eğitime, kamu hizmetlerine, sağlık sistemine ve bilime yatırım yapılmasını öngören ve eşitsizliğin azalmasını sağlayacak tekliflerle karşılaştığınız takdirde, fedakârlıkta bulunmanız gerektiğini öğütleyen içsesinizi bastırın ve yalnızca ama yalnızca kendi çıkarlarınızı düşünün. Başkalarına yardım eden böylesi teklifleri elinizin tersiyle itin. Sadece kendiniz için varolun.

Creative Commons Lisansı
“Yüzde 1’in sorunu” isimli eser Creative Commons Lisansı ile korunmaktadır. Eserin lisans kapsamında kullanımı hakkında ayrıntılı bilgi için tıklayınız.

Hula Katliamı’nın arkasındaki gerçek

05 Haziran 2012

Bundan aylar önce Suriye’deki çatışmaların artışı üzerine Washington Post’ta kaleme alınan başyazıyı Türkçe çevirisiyle sizlere sunmuştuk. Bu defa, son gelişmeleri başka bir bakış açısıyla değerlendiren bir yazıyla karşınızdayız. Suriye ve Orta Doğu konusunda araştırma yazıları yayınlayan Articlespolitics‘te çıkan bir yazı, Hula’da yüzden fazla kişinin öldüğü olayların Esad rejimine fatura edilmesinin o kadar da kolay olmadığını ileri sürüyor.

***

Hula Katliamı’nın arkasındaki gerçek

Geçtiğimiz hafta Hula’da yaşanan vahşet, Suriye’deki olayların gidişatını derinden etkiledi. Olayların faturasının kime kesileceğine ilişkin somut kanıtlar olmasa da, yaklaşık bir düzine Batılı devlet, ülkelerindeki Suriyeli diplomatları tereddütsüz sınırdışı etti. Ancak, hala bir şeyler ifade ederken, olayların arkasında yatan gerçeği aramakta yarar var.

Esad Ailesi’nin neredeyse yarım yüzyıldır sahip olduğu siyasi gücü suistimal ederek Suriye’ye çektirdikleri ortada olsa da, Batı dünyasının ülkede yaşanan kargaşaya karşı takındığı tutumu onaylamamız mümkün değil. Geçtiğimiz 18 ay boyunca ortada ciddi bir bilgi kirliği vardı; Hama, Humus, Lazkiye ve hatta Şam’da olup bitenler hakkında güvenilir bilgilere ulaşılamadı. Her iki taraf da olayları kendi çıkarlarına kolaylıkla alet edilebilecek biçimde duyurmakta beis görmedi. Böylelikle hem kendi itibarlarını, hem de masum sivillerin emniyetini sıklıkla tehlikeye soktular. Hama’daki küçük bir yerleşim bölgesi olan Hula’da gerçekleşen katliam ve karşılıklı propogandanın sebep olduğu kargaşa ortamı, Batılı hükümetlerin umarsız savaş kışkırtıcılığını bir defa daha ortaya koydu. Olayların üzerindeki esrar perdesi henüz kalkmamış, ulusal kaynaklar veya Birleşmiş Milletler gözlemcilerinden konuyla ilgili herhangi bir açıklama gelmemişken, Batı devletleri suçlunun kim olduğundan oldukça emin bir biçimde Suriyeli diplomatları sınırdışı ettiler.

Yaptığımız yayınlarla olayların arkasında yatanları aydınlatmaya çalıştığımız sırada, Suriye hükümeti tarafından kurulan araştırma komisyonu, yüzden fazla kişinin ölümüyle sonuçlanan hadiseyle ilgili bir ön-rapor yayınladı. Rapora göre, kurbanlar yakın mesafeden ateşli silahlarla vurulmuş, bir kısmı ise tüfekler ve tabancalardan açılan ateş ve kesici aletlerle yaralanmışlardı. Raporda, kurbanların tank ve benzeri ağır silahlardan açılan ateşe maruz kaldığına ilişkin bulgu bulunmuyordu. Buna karşılık, Suriyeli isyancıların sıklıkla kulalndığı el bombaları, havan topları ve roketatarların sebep olduğu ölümler raporda yer bulmuştu. Rapora göre, kurbanlar Esad rejimine bağlı ailelere mensuplardı ve asilere katılmayı reddettikleri için öldürülmüşlerdi.

Olayların perde arkası

Raporun Suriyeli hükümet yetkilileri tarafından hazırlandığı göz önünde bulundurulduğunda, bulguların şaşırtıcı olmadığı sonucuna varabilirsiniz. Fakat yine de raporda dikkat çeken bir kaç nokta var. Raporda, Resten, Saan, Bercekai ve Semalin’de konuşlanan isyancılarla birlikte hareket eden 600 ila 800 arasındaki asinin, şehirdeki 5 farklı güvenlik noktasına eşzamanlı saldırılar başlattığı belirtiliyor. Bu saldırıların Hama kentindeki rejim güçlerini ortadan kaldırmak veya bu kuvvetlere ciddi biçimde zarar vermek için tertiplendiği bildiriliyor. Saldırıların odağında, Teldo bölgesi girişindeki ve Saat meydanındaki güvenlik noktalarının olduğu, buralara yapılan saldırılarda havan toplarının, roketatarların ve makineli tüfeklerin de kullanıldığı aktarılıyor.

Articlespolitics’e açıklamalarda bulunan yerel bir kaynak, Esad güçlerinin bu saldırıları püskürtmeye çalışırken, ulusal güçlerin konuşlandırıldığı bölgeden kilometrelerce uzakta yüzlerce sivili öldürerek katliam yapmasının imkansız olduğunu belirtiyor. Aynı kaynak, Esad’ın ordusunun şehirdeki pozisyonunu korumaya çalışırken yüzlerce kişiyi katletmesinin son derece anlamsız olduğunun da altını çiziyor. Kurbanların vücutlarındaki iz ve yaralar, ölümlerin Esad’ın ordusunun asilerle girdiği bir sokak çatışmasının değil, yakın mesafeden gerçekleştirilen infazların sonucu olduğunu açıkça gösteriyor. Öte yandan, Hama’nın Suriyeli isyancıların merkez üssü olmasına karşın, Suriye ulusal askeri kuvvetlerinin olaylar sırasında kayıp vermediği biliniyor. Eğer ordunun katliam yaptığı iddiası doğru olsaydı, her iki taraftan da can kayıplarının yaşanmış olacağı belirtiliyor.

Şam’daki aktivistler ise, isyancıların hem Esad’ın askeri birliklerine hem de Hama’daki rejim yanlılarına karşı saldırıya geçtiğini bildiriyorlar. Bu bağlamda, ulusal askeri güçlere karşı başlatılan saldırıların yanı sıra, ölüm mangalarının bölgede rejime bağlılıklarıyla bilinen etkili siyasetçilerin peşine düşmeleri bekleniyordu, Abdül-Muti Muhammed Mashlab gibi. Ancak tüm bu karışıklıkta, niyetleri hala belirsizliğini koruyan bu gruplar daha geniş bir operasyonu tercih ettiler; yüzden fazla kişinin hayatını kaybettiği saldırılarla tetiklenen mezhepsel ayrışmanın uluslararası bir askeri müdahaleye yol açması hedeflendi.

Daha önce de sıklıkla eleştirdiğimiz gibi, anaakım medya her seferinde kendisine sunulanı olduğu gibi servis etmeye devam ediyor, önceki örneklerden farksız bir biçimde, Hama’da yaşananlar da “Esad rejiminin uyguladığı vahşetin açık kanıtları” olarak nitelendirildi ve bir anda tüm dünyaya yayıldı. İşin en rahatsız edici kısmı ise, Kofi Annan’ın olaylardan haftalar önce kararlaştırılmış Şam ziyareti, Hula’daki ölümlerin yarattığı bir tepki olarak sunuldu.

Tarihçi Webster Tarpley bir söyleşide, Joseph Lieberman gibi savaş çığırtkanlarının Obama yönetimini askeri müdahaleye yönlendirdiğini, ABD’nin kuzey Lübnan’a konuşlanarak operasyonları kolaylıkla yönetme ve Tartus’taki Rus deniz kuvvetlerini kontrol etme emelinde olduğunu belirtiyor. Tarpley, mevcut görüntüde isyanın geleceği olmadığını ancak NATO içerisindeki kimi grupların intihar saldırıları da dahil olmak üzere her yöntemi uygulamaya sokarak isyana güç kazandırma ve Esad hükümetini istikrarsızlaştırma eğiliminde olduğunu söylüyor. Kendisine katılıyoruz; yayın organımızın görüşü, Hula Katliamı’nın yalnızca isyancıların şimdiye kadarki performansından tatmin olmayan savaş tüccarlarına hizmet ettiği yönündedir. Şam’daki intihar saldırılarından Lübnan’da ele geçirilen silah sevkiyatına dek bütün ipuçları bir araya getirilmeli ve dikkatlice değerlendirilmelidir. Aksi taktirde bir diktatör yerini bir diğerine bırakacaktır.

Çeviren: Doğu Eroğlu

Kaynak: Articlespolitics

Creative Commons Lisansı
“Hula Katliamı’nın arkasındaki gerçek” isimli eser Creative Commons Lisansı ile korunmaktadır. Eserin lisans kapsamında kullanımı hakkında ayrıntılı bilgi için tıklayınız.

Kürtaj: Türkiye’nin dünyadaki yeni yeri

31 Mayıs 2012

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 25 Mayıs’ta katıldığı toplantıda ilk defa “kürtaj” ve “sezaryen doğum” hakkındaki görüşlerini zikretmesiyle başlayan tartışma kritik bir dönemece girmiş durumda. Başbakanın konuyla ilgili fikirlerini belirtmesi pek çoklarını harekete geçirdi. İlkin AKP’ye yakın isimler “Kürtaj konusunda düzenleme yok” açıklamalarını yaparken, çok geçmeden yeni kanun hazırlıklarının başladığı basına yansıdı. İlk duyumlar, yeni kanunda öngörülen ilk değişikliğin, 10 hafta olarak belirlenen isteğe bağlı gebelik sonlandırma sınırının 4 haftaya indirilmesi olduğu yönündeydi. Sağlık Bakanı Recep Akdağ, “Hep kadının hakkından bahsediliyor. Halbuki bebeğin de hakkı var. Tabii ki kadın kendi vücuduyla ilgili belli haklara sahiptir; sahip olmalıdır ama ortada bir canlıdan bahsediyoruz. Onun için ‘kadının hakkıdır’ diyerek böyle bir tartışmaya girmek çok yanlış. Tabii ki tıbbi gereklilikleri bütün bu tartışmaların dışında tutuyoruz. Down sendromlu olsa da o bebek sonuçta bir canlıdır. İş, tıbbi gerekliliklerin dışına taştığı zaman, ortada bir canlının hakkından bahsediyoruz. Bir ülkede eğer 100 hamile kadından 10’u, 7’si, 8’i kürtajla bebeğini aldırıyorsa bu üreme sağlığı tedbiri ya da bir aile planlaması yöntemi gibi kullanılıyor demektir. Üreme sağlığı tanımına da asla uymayan bir iştir” diye konuştu.

Bakan Akdağ, bu açıklamasından bir gün sonrasında yeni bir tartışmayı başlattı. Akdağ, “Kişisel yaklaşımım, prensip olarak gerekmedikçe, tıbbi gereklilik olmadıkça kürtaj yapılmamasıdır. Bazen ‘Annenin başına kötü bir şey gelmişse ne olacak?’ deniyor. Gerekirse öyle bir bebeğe devlet bakar” açıklamasıyla, yeni düzenlemenin tecavüz vakalarını dahi kürtaj için gerekçe kabul etmeyeceğinin sinyalini verdi.

Akdağ’ın tepki toplayan açıklamalarına bugün TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı ve AK Parti Sakarya Milletvekili Ayhan Sefer Üstün’den destek geldi. Üstün, tecavüzün yanı sıra, zihinsel ve fiziksel engelli bebeklerin ana karnında tespit edilmesi halinde uygulanan kürtaja da karşı çıktı:

“Tecavüz eylemi bir suç.  Bu suçun cezasını kim çekmeli? Tecavüzcü çok ağır bir şekilde çekmeli. Ama siz tecavüzcüye değil, tecavüz sonucu ortaya çıkacak insana bunu ödetiyorsunuz . . . anne bakmak istemiyorsa, devlet alabilir.”

“Ablamın çocuğu down sendromlu. Teyzemin torunu da otistik. Otizm çok daha ağır. Onlara nasıl iyi bakıyorlar biliyor musun? Ablam, hamile iken çocuğunun down sendromlu olduğunu bilerek doğurdu. Müdahale etmedi. ‘Allah’ın bize lütfüydü’ dedi. Aynen böyle düşündü. Kürtaja sadece annenin hayatı tehlikeye giriyorsa cevaz verilebilir. Bebeğin otistik, özürlü, down sendromlu olması gerekçe olamaz.”

“…özürlü de olsa bir candır. Allah onun ömrünü tayin edecektir. Ölüm cezası kaldırılıyor insanlara. Modern ceza hukukunda idam cezalandırma yöntemi olarak bile kaldırılmışken, bir insan olarak doğma durumundaki canlının hayatını elinden alamayız. Sosyal devlet ilkesi budur. Anne baba bakmıyorsa bile devlet sosyal devlet ilkesi gereğince bunlara bakmakla mükelleftir. İnsan kutsal bir varlıktır, bunu böyle kabul edeceğiz. Her kararı modern tıp doğrultusunda veremeyiz.”

Peki Akdağ ve Üstün’ün yönlendirmesiyle/desteğiyle yapılacak yeni kanun neye benzeyecek? Mevcut kanundan ne gibi farklılıklar gösterecek? Kürtaj hakkı konusunda Türkiye’nin dünyadaki yeni konumu nasıl olacak?

Türkiye’de yasal düzenleme

AKP’nin bir haftadır gündemde tuttuğu kürtaj düzenlemesinin mevcut hali 1983’e dayanıyor. Türkiye’de kürtaj, 27 Mayıs 1983’te Resmi Gazete’de yayınlanan 2827 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanun ile düzenleniyor. Kanunun 5’inci maddesi, gebeliğin onuncu haftası doluncaya kadar kürtajda tıbbi risk olmadığını, dolayısıyla istek üzerine kürtaj işleminin gerçekleştirilebileceğini belirtiyor. Aynı maddede, on haftayı aşan gebeliklerde ise ancak anne sağlığının tehdit altında olduğu durumlar ile çocuğun sağlıklı olarak dünyaya gelemeyeceği hallerde kürtaja izin verildiği bildiriliyor. 10 hafta sonrasındaki kürtajlar için, operasyonu gerçekleştiren uzman doktorun raporu ve acil müdahale halinde adli makamların bilgilendirilme zorunluluğu olduğu aktarılıyor.

Kanunun 6’ncı maddesi ise kürtaj işlemi için onay alınması gereken kişileri belirtiyor. Buna göre kürtaj için, ilk olarak gebe kadının iznine, kadın evli ise eşinin iznine, reşit olmayan bir kadının hamileliği söz konusuysa hem kendisinin hem de velisinin iznine ihtiyaç duyuluyor. Acil müdahale gerektiren durumlar istisnai olarak değerlendiriliyor ve izin aranmıyor.

Ancak eğer kürtaj hakkında Bakan Akdağ’ın müjdelediği yeni düzenleme sivil toplum kuruluşlarının, kadın ve erkek tüm vatandaşların tepkilerine kulak asılmadan hazırlandığı takdirde tablo değişecek. Anladığımız üzere tecavüz de dahil olmak üzere, pek çok yasal gerekçe yürürlükten kaldırılacak. Anne karnındaki fetüsün zihinsel veya fiziksel özrü bulunduğunun tespiti, kürtaj sebebi olarak geçerlilik kazanmayacak. Kürtaj için izin verilen gebelik süresi sınırlamasının 10 haftadan 4 haftaya indirilmesi ise, kürtajı “de facto” imkansız kılacak. Zira gebeliğin semptomları 4 ila 6’ncı haftalarda ortaya çıkıyor.

Türkiye’nin dünyadaki yeni konumu

1983 düzenlemesi, Türkiye’yi kürtaj kanunlarının temel alındığı pek çok tasnifte en özgürlükçü ülkelerin arasına sokuyor. Center for Reproductive Rights (Üreme Hakları Merkezi, CRP) kuruluşunun her yıl güncellediği araştırmaya göre, Türkiye kürtajın serbestçe uygulanabildiği 58 ülkeden biri. Aşağıdaki infografikten de görebileceğiniz üzere, Türkiye, pek çok Avrupa ülkesi, Rusya, Çin, ABD ve Kafkasya ülkeleriyle birlikte, kürtajın isteğe bağlı ve serbestçe uygulanabildiğini ifade eden yeşil renkle belirtiliyor. (Haritanın geniş halini görebilmek için yeni sekmede açınız)

Dünya haritasında en çok göze çarpan renk kırmızı. Kırmızıyla belirtilen 68 ülke, kürtajı kadın hayatını koruma gerekçeleriyle sınırlandırmış veya tamamen yasaklamış durumda, bu ülkelerde yaşayanların toplam dünya nüfusuna oranı yüzde 25,5 gibi bir orana ulaşıyor.

Turuncu renkle gösterilen ikinci kategori, kürtajın kadının hayatının korunması ile fiziksel ve ruhsal sağlığının muhafaza edilmesi için uygulanabileceğini öngörüyor. Bu kategorideki ülkeler, dünya nüfusunun yüzde 13,8’ini oluşturuyor.

Sarı renkle ifade edilen ülkelerde ise kadının fiziksel ve ruhsal sağlığının korunmasının yanı sıra, sosyoekonomik gerekçeler de kürtaj uygulamasına zemin hazırlayabiliyor. Kadının çocuğa bakacak ekonomik imkanlara sahip olmaması veya diğer toplumsal koşullar, yasalar tarafından kürtaj sebebi sayılıyor. Dünya nüfusunun yüzde 21,6’sı bu kategoride değerlendirilen 15 ülkede yaşıyor.

En özgürlükçüden en kısıtlayıcıya

Yeni düzenlemeler Bakan Akdağ ve AKP’li Üstün’ün öngördüğü biçimde gerçekleşirse, Türkiye dördüncü kategoriden ikinciye veya birinciye düşmüş olacak. Dördüncü kategori ülkelerinin tamamı 8 hafta ve üzeri gebelik sürelerini kürtaj işleminin gerçekleştirilebileceği üst sınır olarak kabul ederken, yeni düzenleme için 4 haftalık sürenin telaffuz edildiği Türkiye bu alanda bir ilk olacak.

Svaziland, Zimbabve, Namibya, Botsvana, Burkina Faso, Gine, Kamerun ve Sudan gibi Afrika ülkelerinin aksine, Türkiye’de tecavüz de kürtaj sebebi sayılmayacak. TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Üstün’ün dileği gerçekleşirse, Türkiye, fetüsün sağlıksız olduğu durumlarda kürtaja izin veren pek çok ülkeden de farklı bir uygulama benimsemiş olacak.

Creative Commons Lisansı
“Kürtaj: Türkiye’nin dünyadaki yeni yeri” isimli eser Creative Commons Lisansı ile korunmaktadır. Eserin lisans kapsamında kullanımı hakkında ayrıntılı bilgi için tıklayınız.

Türkiye: Kürtler ve Anayasa

30 Mayıs 2012
Türkiye, yeni anayasa tasarısı çalışmalarını sürdürürken en çok sıkıntı duyduğu konulardan biri azınlık haklarının, bilhassa Kürtlerin haklarının nasıl ele alınacağı.

Tunus’tan Suriye’ye, bölgedeki pek çok ülke, geniş halk ayaklanmaları sonucu anayasalarını gözden geçiriyorken Türkiye, bu sıralar yeni anayasa taslağı hazırlanması amacıyla hukuki bir süreçten geçiyor.

Türkiye’de, ne Tunus veya Mısır’da olduğu gibi bir rejim değişikliği gerçekleşti ne de Suriye’de olduğu gibi böyle bir olasılık var. Bunun yerine, 2010 yılında yapılan referandum ile Türkiye halkı mevcut anayasanın değiştirilmesi ile ilgili açık bir şekilde desteğini gösterdi.

Referandumun ardından, yeni anayasanın yönelmesi gereken konulara dair kamuoyunun tavsiyelerinin alındığı bir döneme girildi. Bu dönem nisan ayı bitiminde sona erdi ve şu anda Türk hükümeti yeni anayasa hazırlığı çalışmaları içerisinde.

Türkiye’deki yeni anayasa çalışmalarında en fazla baskı yaratan konu çözülemeyen Kürt meselesi. Bu, özellikle kendi etnik kimlik sorunlarıyla boğuşmakta olan devrim sonrası ülkeler için bölgesel bir model olarak ortaya çıkmaya çalışan Türkiye adına doğru bir tespit. Buna ek olarak, Kürtlerin eşit haklardan yoksun oluşu, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım sürecini tıkayan en önemli engellerden bir tanesi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut anayasası, 2 yıl öncesinde gerçekleşen askeri darbenin ardından 1982 senesinde, askeri yönetim tarafından kabul edildi. Bu anayasa vatandaşlık kavramını, birçok kez Türk milletini işaret ederek, belirgin bir şekilde etnik hatlar üzerinden tanımlıyor.

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Teorisi Profesörü Abbas Vali’ye göre, “Gerçekten demokratik olan bir anayasa etnik ve dinsel olmayan bir vatandaşlık anlayışı içermeli.” Vali, Al-Akhbar’a, bunların aksine yeni anayasanın Türkiye’deki tüm etnik yapıların kendilerini özdeşleştirebileceği ortak bir kimlik tanımı yapması gerektiğini belirtti.

Mevcut anayasa bu konu ile ilgili çelişkilerle dolu. Vatandaşlığın etnik olarak Türk olmakla tanımlanmasının yanısıra; dili, dini ya da ırkı ne olursa olsun herkesin eşit olduğunu ifade eden hükümler de bulunuyor. Ancak bir sorun var ki, anayasaya göre Türk milletinin güvenliğininin ve ülkenin toprak bütünlüğününün korunması amacıyla kişinin temel hakları askıya alınabiliyor.

Vali buna, “Tek başına vatandaşlık yeterli değildir. Devletin güvenliğine tabi kalınmamasını sağlamak için belirli yasal güvencelere ihtiyaç vardır.” diye itiraz ediyor.

Azınlık hakları konusunda uzman olan insan hakları avukatı Nurcan Kaya ise yeni anayasanın sadece genel olarak insan haklarını korumasını değil; azınlıkların kültürlerinin ve kimliklerinin muhafaza edilmesi görevinden de devleti sorumlu tutması gerektiğini savunuyor.

“Bizim bu topraklarda yaşayan tüm etnik, dilsel ve dinsel grupların kendi kimlikleri, dilleri ve kültürlerini sürdürmeye hakları olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Ayrıca yeni anayasa, onların kimlikleri ve kültürlerini korumalarına destek olunmasının devletin sorumluluğunda olduğunu da belirtmeli.”

Kürt halkı ile devlet arasındaki sorunları çözmeye yönelik oluşturulan ve “Kürt açılımı” olarak adlandırılan hükümet politikasının 2010 senesinde durdurulmasının ardından, iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi büyük ihtimalle yeni anayasa taslağının oluşturulması sürecinde Kürt meselesinin çözümü ile puan toplamayı umuyor. Bir diğer yandan, milliyetçi kesim için de Kürt meselesi konusunda pek “yumuşak” görünmemeye özen gösteriyor.

2011 genel seçimlerine yaklaşırken AKP, yükselişte olan aşırı sağcı Milliyetçi Hareket Partisi ile oy çekişmesi içindeydi. Bunun sonucunda, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan’ın söylemleri belirgin biçimde milliyetçi bir hal aldı ve o zamandan bu yana aynı yörüngeyi izliyor.

Anayasal sürecin buna benzer bir şekilde siyasi seçim propogandalarına konu edilmesi muhtemel bir durum. Eğer öyle olursa bu, eşit haklar idealinin oy kazanmak uğruna feda edilebileceği anlamına gelebilir.

Resmi Dil

Son yıllarda Kürt hareketi ayrılık yanlısı bir hareketten bir insan hakları mücadelesine dönüşmüşken, ön plana çıkan sorun Kürtçe dilini kullanma hakkı. Türkiye, Kürtçe şarkı söylemenin kanunen yasak olduğu dönemlere göre gelişme kaydetmiş olsa da anayasa hala Kürtçe konuşan vatandaşları tam bir eşitlikten alıkoyan hükümler içeriyor.

1982 Anayasasının 3. maddesi Türkçe’yi ülkenin resmi dili olarak belirliyor. Bu ise, Kürtçe ya da diğer  azınlık dillerinde kamu hizmeti sunulmasının yasaklanması olarak yorumlanıyor.

Çoğunluğun Kürt olduğu güneydoğu bölgesindeki Sur’un Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, anayasanın 3. maddesini ihlal ettiği gerekçesiyle görevinden alındı. Demirbaş’ın suçu, tüm vatandaşlar için eşit erişim sağlamak amacıyla, kendi belediyesindeki tabelaları çok dilli yapmış olmasıydı. Bu sebepten, seçilerek gelmiş olduğu görevinden alındı ve hapsedildi.

Kaya’ya göre, mevcut anayasada sürekli ortaya çıkan sorun yorumlama alanının genişliği. “3. madde, kamu hizmetlerine erişimde Türkçe’den başka bir dil kullanılmayacağını özellikle vurgulamıyor. Ancak Demirbaş davasında da gördüğümüz üzere, 3. madde kendisinin görevden alınmasına zemin hazırlayacak şekilde yorumlanmıştır.”

3. maddenin Kürtçe konuşanlara karşı ayrımcılık yapılmasına sebep olacak şekilde yorumlandığı bir diğer durum ise, mahkemelerin Kürtçe kullanımını yasaklamış olması. 2010 yılında bir grup Kürt aktivist, KCK davasında yargılanırken savunmalarını Kürtçe verme kararı aldı. Yargıç ise stenografa “Sanıklar bilinmeyen bir dilde konuştu” şeklinde kaydetmesini talimat verdi.

Anayasanın devamındaki 42. madde de Türkçe dışındaki dillerin ana dil olarak öğretimini yasaklıyor. Kürtler ise uzun süredir kendi ana dilleri olan Kürtçede eğitim alma haklarını talep ediyor. Ancak bu talep sürekli olarak Türk liderlerden gelen sert muhalefet ile karşılaştı.

Tanınmak Yeterli Değil

Aslında Türkiye’de kendi dillerinde eğitim alma hakkı tanınmış olan azınlıklar bulunmakta. 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile Yahudiler, Ermeniler ve Yunanlılar’ın, tüm kültürel ve dilsel hakları yasal olarak tanındı. Günümüzde hepsinin kendi anadillerinde eğitim sağlayan okulları ve çocukların bu okullara gitmesine olanak sağlayan özel kanunlar bulunuyor.

Fakat Lozan’da belirtildiği halde bu okullar devlet tarafından finanse edilmiyor. Bilakis bunlar, toplulukların kendileri tarafından yönetilen ve finanse edilen özel okullar. Son yıllarda ise, bu okulların çoğu milli eğitim reformunun getirdiği ciddi finansman krizleri ile karşı karşıya.

Kaya, “Bu, Lozan Antlaşmasının ihlalidir. Azınlık gruplarının bu okulları idare etmek için devletten finansal destek alması gerekiyor.” diyor.

İlk bakışta bu azınlık grupları, Kürtlerin özlemini duyduğu haklara sahipmiş gibi görünse de, bu yeterli değil. Yalnızca yasal olarak tanınan bir topluluk olmak yetmiyor.

“Eğer yarın hükümet eğitimde Kürtçe’nin kullanılabileceğini beyan etmiş olsa; bunun finans, lojistik destek ve Kürt bölgelerindeki yerel yönetimlerin uygulayabilmesi için belli bir miktar özerklikle birarada yapılması gerekir.” diye belirtiyor Vali.

Buna dayanarak diyebiliriz ki, anayasa herkese eşit haklar sağlanması konusunda belirleyici olmayacaktır. Aksine, eşitlikçi bir Türkiye’nin geleceği yasaların nasıl yorumlandığı ve insan haklarını korumak konusunda devlet kaynaklarının nasıl pay edildiğine bağlı olacak.

Devlet, ancak sivil toplumun etkili bir şekilde organize olmasıyla bu tip imtiyazlar verecektir. Bu bakımdan, anayasal süreç kanun yapımı için olduğu kadar halk diyaloğu için de önemli bir süreç haline gelmektedir.

Özgür Sevgi Göral, “İnanıyorum ki, sadece bu tartışmaları yapıyor olmak dahi Türkiye’deki siyasi iklimi değiştirecektir.” diyor. Göral, Türk devleti tarafından Kürtlere karşı işlenen suçlar için dürüst ve uzlaşmacı bir komisyon kurulması gerektiğini savunan bir sivil toplum örgütü olan Hakikat, Adalet ve Hafıza Çalışmaları Merkezi’nin program koordinatörü.

“Elbette yeni anayasanın en son geleceği nokta önemlidir ancak şu anda elimizde sıradan Türk insanıyla devlet terörünün tarihini tartışabileceğimiz bir fırsat var. Bu kesinlikle kullanmamız gereken bir şans.”

Her ne kadar yeni anaysa tek başına Kürt meselesini çözemeyecek de olsa, çok yapıcı bir ilk adım olabilir.

Kaya inanıyor ki, “Eğer azınlık haklarını koruyan belirli yasal hükümlere sahip olursak, insanlar anayasada var olan hakları ile ilgili tartışabilecek ve  devletten bunları talep etme hakları olacak.”

Ve sözlerini “Yeni anayasa sayesinde her şeyin bir anda değişeceğini düşünmüyorum ancak birçok şey değişmek zorunda kalacak.” diye sürdürüyor.

***

Yazan: Jay Cassano – Al-Akhbar (http://english.al-akhbar.com/content/turkey-kurds-and-constitution)

Çeviren: Cankız Çevik – Homo Insurrectus

Creative Commons Lisansı
Türkiye: Kürtler ve Anayasa” isimli eser Creative Commons Lisansı ile korunmaktadır. Eserin lisans kapsamında kullanımı hakkında ayrıntılı bilgi için tıklayınız.

İdris Naim Şahin Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri*: Ustalık Dönemi**

25 Mayıs 2012

Sayın Bakan’ın çıraklık ve kalfalık dönemlerini aktardığımız ilk bölümden sonra, yazımızın ikinci bölümü ile devam ediyoruz.

26 Aralık 2011 Yeni Terör Tarifleri

İdris Naim Şahin Beyefendi’nin o güne kadar verdiği beyanatlar postmodern bakanlıktaki çıraklık ve kalfalık dönemlerini oluşturuyorsa, bu yeni tarif ilk ustalık eseri olarak göze çarptı. Terörizm literatürü bu tarifle Hasan Sabbah ile başlayan tarihine bir teorisyen olarak İdris Naim Şahin’i de ekleyecekti. Eklemeliydi de[18]:

“(…) terör örgütünün yürüttüğü çalışma sadece dağda, bayırda, şehirde, sokakta, gece arka sokaklarda haince pusu kurarak yaptığı saldırılardan ibaret değil, sadece silahlı terör değil. Bunun bir başka ayağı daha var. Psikolojik terör var, bilimsel terör var. Terörü besleyen arka bahçe var. Bir başka ifadeyle propaganda var, terör propagandası var.

(…) Neyiyle veriyor, belki resim yaparak tuvale yansıtıyor. Şiir yazarak şiirine yansıtıyor, günlük makale, fıkra yazarak oralarda bir şeyler yazıp çiziyor. Hızını alamıyor terörle mücadelede görev almış askeri, polisi doğrudan çalışmasına, sanatına konu yaparak demoralize etmeye çalışıyor. Terörle mücadele edenle bir şekilde mücadele ediliyor, uğraşılıyor. Terörün arkadan dolanarak arka bahçede yürüttüğü faaliyetler ki arka bahçe İstanbul’dur, İzmir’dir, Bursa’dır, Viyana’dır,Almanya’dır, Londra’dır, her neyse, üniversitede kürsüdür, dernektir, sivil toplum kuruluşudur. Çağın gereği ne kadar sivil toplum kuruluşumuz varsa o kadar demokratik bir ülkeyiz ama oraya da sızmak lazım terör açısından, sızılır, sızarsınız, sızmışlardır. Masum dernektir, bakarsınız kültür derneği, bakarsınız eğitim derneği. Şimdi dağdaki ile belki kırsaldakiyle mücadeleniz kolay bana göre ama bu arka bahçede ayrık otu ile tereler birbirine karışıyor. Hepsi yeşil renkte görünüyor. Birbirine karışıyor, kimisi zehirli, kimisi faydalı. Hangisinin faydalı, hangisinin zehirli olduğunu ancak yiyince anlıyorsunuz.

(…) Birbirini yiyen insanların topluluğu. İnsan insanın kurdudur. Kim kimi yiyebilirse, kimin ağzı, dişleri kuvvetliyse, devlet o. Ve bunun peşine takılan sempatizanlar. Bir gün o gerçeği yaşasalar, bir gün değil bir saat, 10 dakika yaşasalar biliyorum ne yapacaklar ama kurtuluşu yok, şakası yok çünkü gidenlerden kurtulanların ifadeleri her şeyi ortaya koyuyor. Ben söylüyordum, şimdi itirafçılar söylüyor. Domuz etinden Zerdüştlüğe kadar, bilmem hangi ulustan, kardeşlikten, çok özür dilerim eşcinselliğe kadar, her türlü namussuzluğun, ahlaksızlığın, gayriinsani durumun olduğu bir ortam.”

14 Ocak 2012 Mimar Sinan Taktiği Beyanatı

Sayın bakan, yeni yılda da yeni tanımlarına devam edeceği fikrini verdi. Ancak kendisini “gaf yapmak”la itham eden konvansiyonel medyayı yalanlamayı da ihmal etmedi. Gafın bilinçsiz bir söylem olduğunu ifade etmek için Mimar Sinan’dan bir kıssa anlattı ve zamanında Süleymaniye Camii minaresinin eğri olduğu ile ilgili söylentileriyle başa çıkmak için Mimar Sinan’ın bir ip ile minareyi yalandan doğrulttuğunu belirtti[19]:

“Aynı zihniyet, aynı karakter, aynı yaklaşım dünya döndükçe değişmez. Her yerde, her şekilde olur. Bizim için de oluyor. Yapılanlar hükümetimiz, belediyelerimiz için bir şekilde eleştiriliyor. Eleştirilebilir. Ama biz bunları yok saymıyoruz. Biz de yerine göre bunlara birer ip, birer halat takarak düzeltmek durumundayız.” 

28 Ocak 2012 AKP’ye Desteğin Toplumsal Aritmetiği

Örgütü ile sürekli iç içe olan İdris Naim Şahin Beyefendi, AKP Yalova Çınarcık İlçe Kongresi’ne katıldı ve burada bir konuşma yaptı. Hedef kitlesini tanıyan her akil konuşmacının yapacağı gibi konuyu partiden seçti. Ancak yine daha önce duymadığımız bir siyasi beyanat vermeyi ihmal etmedi[20]:

“Biz Türkiye’de yüzde 75-80 oranında tasvip gören partiyiz. Bize oy vermiyorlar, bir kısım insanımız, veremiyorlar. Oyunu veren 4 kişiden 2 kişi fakat üçüncü kişi bize karşı değil. Onun için diyorum AK Parti kadroları önde olmak üzere bütün milletimiz yanlışlara karşıdır, iyiliğin güzelliğin de savunucusudur, yapıcısıdır, takipçisidir. Üçüncü kişi diyordur; ‘oy vermiyorum ama bunlar yanlış iş yapmıyorlar iyi şeyler yapıyorlar, ben bunları onaylıyorum, karşılarında değilim.’ Bizim karşımızda duran, bir şekilde dördüncü kişi var. Fakat o bizim karşımızda ise de soruyorum, biz onların karşısında mıyız, emrinde miyiz, hizmetinde miyiz, biz de onları kardeş mi biliyoruz? Biz kimsenin karşısında değiliz. Bölücü olmadığı müddetçe, ihanetini açıkça görmediğimiz müddetçe. Gerçekler zamanla anlaşılır ya. Siyasetin gerçeği de dördüncüsü tarafından da en kısa zamanda anlaşılacaktır.”

5 Şubat 2012 Yeni Özgürlük Tarifleri

Başlık yanıltmasın, özgürlük tarifleri o günlerde birçoklarına pek de yeni gelmemişti. AKP Edirne Merkez İlçe Kongresi’nde konuşan İçişleri Bakanı totoloji yapmış olabilir miydi, sorusu dahi soruldu(!). İdris Naim Şahin Beyefendi, şunları kaydetmişti[21]:

“Edirne’den Hakkari’ye bir bütündür bu topraklar. Nedir derdin sıkıntın: ‘özgürlük’. Hangi özgürlükten bahsediyorsun. O zaman tutuklanınca şikayet etme, özgürlük yoksa dışarıda. Farkı yok içeride demek ki. Neden şikayet ediyorsun, demek ki var dışarıda özgürlüğün. Yani özgürlük yoksa, içerisi ile dışarının bir fark yok, neden tutuklamalardan şikayet ediliyor. Niye, mahkumiyetten şikayet ediliyor, o zaman. Demek ki var dışarıda özgürlük, hem de o kadar var ki ‘Ben bu memleketi bölmek istiyorum, özgürlük, özerklik yetmez. Bilmem ne istan yapmak istiyorum’ diyecek kadar özgürlük var. İnkar edemezsin. Tek inkar ettiğin şey var olan özgürlükleri, varlığını inkar ediyorsun. Yaşadığın özgürlüğün varlığını söyleme özgürlüğün yok, çünkü kafan, kalbin, düşüncen ipotekli. Onu söylemeye özgür değilsin. Var olan sonuna kadar yaşadığın özgürlükleri var deme özgürlüğün yok. Çünkü orada tutsaksın, yanlış bir yerde tutsaksın. Biz de seni tutsak yapan, sana sanal özgürlük yok dedirten, o güçle de müdahale ediyoruz. Seni de seni konuşturanı yok ederek, seni de senin yapını da bölücüler ve uzantılarını da özgürleştirmeye çalışıyoruz. Çok derin bir iş, çok kapsamlı bir iş.”

1 Mart 2012 Alevi Evlerini İşaretleyen Çocuklar Açıklaması

Adıyaman’da Alevilerin yaşadığı Karapınar Mahallesi’nde kapı ve bahçe duvarları kırmızı sprey boyayla boyanmıştı. Durumu sabah farkeden mahalleli savcılığa başvurdu ve iş bakanlığa kadar sirayet etti. Sayın bakan soruşturma sonuçlarını bulgular ışığında açıkladı[22]:

“Adıyaman’da Alevilerin yaşadığı mahallede bazı evlerin duvarları işaretlenmiş bilgisi geldi. İlk bulgulara göre bu olayın 3 çocuk tarafından yapıldığı bilgisi ulaştı. Çocuklar yaptığı bilgisine nereden ulaşmışlar? Çünkü bu işaretler çocukların boyuna göre yazılmış. Sadece Alevilere yönelik değil, diğer vatandaşlara ait evlere de bu işaretler yapılmış. Olayı büyütmenin çok doğru olduğunu düşünmüyorum. Tabi ki araştırmalarımız 3 gündür devam ediyor ve sürecek.”

5 Mart 2012 Öksürük Metaforu

İçinde hastalık bulunan benzetmeleri her daim sevmiş olan Türkiye halkı, İdris Naim Şahin Beyefendi’nin bu metaforunu hiç yadırgamadı. Oysa bakan AKP Ordu Kadın Kolları Genel Kurulu’nda memleketin partisine olan inkar edilemez(!) ihtiyacını vurgulamıştı[23]:

“Keşke bir ikincisi daha olsa. Bu ülke siyaseten daha da zengin olur. Bir tanesi bir tarafa, diğerleri bir tarafa bir tablo, manzara var. Bu bizi hem sevindiriyor, hem düşündürüyor. Çünkü Ak Parti’nin alternatifi yine Ak Parti. O halde Ak Parti’nin iyi korunması lazım. Hiç hata yapılmaması lazım. Hep sahiplenilmesi, desteklenmesi, sevilmesi, sayılması, önemsenmesi lazım ki Ak Parti zafiyet geçirmesin.Ak Parti, mevsim kış ama nezle bile olmasın. Ak Parti, öksürürse Türkiye zatürre olur, tablo bu.”

12 Mart 2012 Vatandaşın İçini Rahatlatma Çabası

Bakan Samsun’da kolluk kuvvetlerini ziyaret etti ve aynı akşam adına düzenlenen yemekte bir konuşma yaptı. Konuşma önemliydi çünkü daha önce hiçbir bakan vatandaşa bu denli babacan davranmayı becerememişti[24]:

“Ülkemiz güzel insanımız güzel. Bazı ufak tefek sıkıntılar var. Onlara siz kafanızı takmayın. Onlarla devletin diğer ilgili birimleri güvenlik güçleri, haber alma teşkilatları ve diğer sosyal psikolojik programları uygulayacak birimler çalışmalarını yürütüyorlar. Biz, siz, hepimiz hayatı güzel kılmak, kardeşçe geçinerek, huzur içerisinde bu ülkenin insanı ve vatandaşı olmanın onurunu doya doya yaşayarak, zamanı iyi değerlendirelim.”

27 Mart 2012 Teröre Yeni Çözüm Olarak Tükürük

İdris Naim Şahin Beyefendi, daha önce hiç söylenmeyeni söylemeye ve hiç önerilmeyeni önermeye devam ediyordu. Daha önce yeni bir tanım getirdiği terör için bu kez de yeni bir mücadele yöntemi önermişti. Ancak kafalar önceki terör tarifi gereği karışıktı, zira sayın bakan örgüt üyesi sayısını ilk kez açıklıyordu. Hiç kuşkusuz arka bahçedeki teröristlerin(!) sayımı henüz bitmemişti[25]:

“Ama birilerinin kitabı, birilerinin bayramı öldürmekten yanaysa da şu bilinsin ki; 75 milyon vakur ve sessiz yığının silahına da gerek yok, yumruğuna da gerek yok, sadece birer tükürüğü o 75 bin haini yok etmeye yeter ve yetecektir.”

7 Nisan 2012 Sağlıklı Göz Yaşartıcı Gaz Açıklaması

BDP Diyarbakır Vekili Altan Tan göz yaşartıcı gazın kullanımı ile ilgili yazılı soru önergesini bakana sundu. Şahin şöyle yanıtladı[26]:

Bu mühimmatlar gerek kanuna aykırı olarak düzenlenen gerek sonradan kanuna aykırı hale dönüşen toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde, özel maharet gerektiren operasyonlarda ve benzeri eylemlerde; topluluğu dağılmaya zorlamak, belirli istikametlere yönlendirmek ve güvenlik güçlerine karşı yapılan direnişi kırmak amacıyla kullanılıyor.  Gaz silahları ‘Göz Yaşartıcı Gazlar ile Gaz Maskelerinin Kullanımı Kursu’ alan personel tarafından, ‘Göz Yaşartıcı Gaz Silahları ve Mühimmatları Kullanım Talimatı’na uygun olarak kullanılıyorTürkiye’nin 1997 yılında taraf olduğu Kimyasal Silahlar Sözleşmesi hükümleri çerçevesinde ‘göz yaşartıcı gaz mühimmatının insan sağlığı üzerinde kalıcı bir etki bırakmama şartı aranır. Yapılan laboratuvar testleri sonucunda insan sağlığı üzerinde kalıcı etki bırakmayan gaz mühimmatı kullanılıyor.”

15 Nisan 2012 Taklayla Sevgi Testi

3 Nisan’da 5 TEDAŞ işçisi Karasu 2 Baraj Göleti’nde bulunan elektrik direğine ulaşmak için deniz bisikleti ile açıldılar. Direkteki arızayı gidermek isterken alabora olan deniz bisikleti, 5 işçinin de ölümüne sebep oldu. Sayın bakan taziye ziyareti için Erzurum’un Aşkale ilçesine gitti. Taziye sonrası Pasinler’e geçti. Burada 60 yaşındaki vatandaş bakanın yanına gelip burada olmasına sevindiğini belirtti. Sonrasında da oynamaya başladı çünkü İdris Naim Şahin Beyefendi öyle istemişti[27][28]:

“Yok ya. Nereden bileyim sevindiğini? Hadi bir takla at ya da oyna bir göreyim. Çal bakayım davulcu!”  

17 Nisan 2012 Terör ve Domuz Eti Korelasyonu

BDP, sayın bakan hakkında gensoru önergesi vereceğini açıkladı. Bunun üzerine bakan meclis genel kurulunda söz aldı ve birçok konuya açıklık(!) getiren şu bağıntıyı kurdu[29]:

”Mardin Nusaybin’de BDP tarafından 2008’de yaptırılan kültür merkezinin duvarındaki Zerdüştlük ve Yezidilik inancına ait semboller. Bu yapı, PKK terör örgütünün kandırarak, kaçırarak, dağa, sınır ötesine, yurt dışına götürdüğü, eğittiği insanlara yaşattığı bir hayatın resmidir. Bu yapıda İslam inancı yoktur, yapının tek özü önce Müslüman olmamak, sonra hiçbir dine mensup olmamaktır, dinsizlik yapısıdır. Bu yapıda kesilmiş olan yayladaki koyun değil, örgütün avlayarak kestiği, mensuplarına yedirdiği domuzdur. Bu yapı inancı yok eden benim Kürt kardeşimin inancını, ahlakını, namusunu rencide eden yapıdır. Bu yapıda sahte namaz, dalga geçerek saf tutma, oruç tutmadan açılan iftarlar, sahte imamlar, sahte paraların cebinde olduğu imamlar vardır. Bu yapının özünde Kürtlerin peygamberi haşa Başkan Apo vardır. Bu yapının uzantısından bu memlekete hiçbir hayır gelmemiştir.”

20 Nisan 2012 Nazım Hikmet Şiirine Düzeltme(!)

Bakan Şahin, Ordululara birçok kez hitap etmiş, kah komünizan faaliyetlerin yapısını anlatmış kah da terörizmle ilgili başka hiçbir yerde olmayan bilgiler vermişti. Ancak bu defa İstanbul’daki Ordulular Tanıtım Günü etkinliğine katılan hemşehrilerine Kumrular Caddesi’ndeki patlama sonrası yaptığı “3 adet ölü” açıklamasını izaha girişti. Bunun için bir Nazım Hikmet şiiri olan Davet kullanıldı[30]:

“‘Can kaybı adedi 3’tür’ demenin ne yanlışı var, neresi yanlış bunun? Soruyorum, peki haydi ben yanlış söyledim. Birine diyeyim ki, Nazım Hikmet’in eserlerini oku kardeşim, orada ‘adet’in nerede, nasıl kullanıldığını göreceksin. Birileri der ki, Nazım Hikmet’i çok sevmem, eskiden sevilmezdi. Biz şimdi seviyoruz. (…) Biz bir ağaç kadar hür, bir orman kadar gürüz.

23 Mayıs 2012 Roboski/Uludere Açıklaması

Sayın Bakan yaklaşık bir aylık bir sessizlik sürecine girdi ve bazı ses getirmeyen demeçlerin ardından kamuoyunda ondan beklenen açıklamaları ardı ardına sıralayacağı hareketli bir döneme girdi. Ustalık eserlerinin en önemlilerini değilse de, kendi partisi içinden de aldığı tepkilerden sonra en tartışmalı beyanatlarından birini yaptı ve tecrübeye vurgu yaptı[31]:

“Uludere olayı güvenlik güçlerimizin tecrübe hanesine işlenmiştir. Bundan sonra muhakkak ki daha dikkatli davranılacaktır. Vur emrini kim vermiştir? Hava Kuvvetleri’nde görüntüleri izleyen, olayı analiz eden komutanlar vermiştir. Öyle gözüküyor. Hayatlarını kaybetmemiş olsalar ve sağ ele geçirilmiş olsalar kaçakçılıktan yargılanacaklardı. Kaçakçılık yapanlar orada hayatını kaybeden 34 insanımızla sınırlı değil. O bölge Kandil’e doğru bölücü örgütün kontrolünde bir bölge. Örgütün para kaynaklarından biri de kaçakçılıktır. Hayatını kaybeden insanlarımız olayın sadece figüranlarıdır. Olayın başrol oyuncularını sorgulamak gerekir.”

24 Mayıs 2012 Hukuk Devletinin Kapsamı Açıklaması

İdris Naim Şahin Beyefendi bir gün önce yaptığı açıklamaları geliştirme gereği duyduğundan olacak, son beyanatlarının zeminini sağlamlaştırmak ve tartışmanın sınırlarını belirlemek üzere sözlerine bir ek yaptı. Aslında basit bir ek açıklamadan ziyade başbakanın yıllar önce dile getirdiği “demokrasi amaç mı olacak, yoksa araç mı?” sorusunun(retoriğinin) geçerliliğini koruduğunu ve hatta uzun yıllar bahsi edilen gömlek değişiminin bir türlü vakit bulunup da gerçekleştirilmediğini resmen ifade etmiş oluyordu[32]:

“Hukuk çevresinde bu ülkenin birliğine, bu ülke insanının hayatına yönelik kasıtlı yürütülen çalışmalarda şüphesiz zaman zaman üzüntü verici gelişmeler olmaktadır. Ama bu ülkede herkesin sorumluluğu vardır. Herkesin dikkat etmesi gereken hususlar vardır. Herkesin nerede, ne zaman, nasıl davranılacağının yurttaşlık bilinci içerisinde olmak mecburiyeti vardır bu ülkede. Nereden nasıl geliyorum, nereye gidiyorum, ne yapıyorum? Hukuki mi, gayri hukuki mi? Bu ülkede hepimiz için herkesin yaptığım iş suç mu, suç değil mi, diye düşünmek mecburiyeti vardır. Zira bu ülke o kadar hukuk ülkesi, o kadar insan haklarının egemen olduğu ülkedir ki, bu suç şebekeleri ve bölücü örgütlerle, yıkıcı örgütlerle mücadele eden güvenlik güçlerimiz dahi hukuk çerçevesinde, hukuk ilkelerine göre hareket etmek durumundadırlar ve öyle de yapıyorlar. Belki de işin zorluğu buradan kaynaklanıyor. Bir taraftan kendine göre yok ettiği, hedef alıp hayatını sona erdirdiği güvenlik güçleri mensubu ya da vatandaşın ölümünden sonra hesap vermek yerine ödül alan şer örgütleri dizisi, bir tarafta da attığı ilk adımdan itibaren, tekeri ilk döndürdüğü andan itibaren hukuk çerçevesinde yürüten güvenlik güçlerimiz. Bunu inadına hukuk çerçevesinde yürüten güvenlik güçlerimiz.”   

25 Mayıs 2012 Kayseri’de Atlatılan Bombalı Eylem

Önce AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik “Açıklamaların önemli bir bölümüne katılmıyorum. Orada hayatını kaybeden insanlarla ilgili elde herhangi bir delil yokken onları PKK’nın figüranları olarak nitelendirmek doğru olmamıştır.” diyerek sayın bakana ilk kez parti içinden yüksek sesli bir tepki vermiş oldu[33], sonra AKP Grup Başkan Vekili Ayşenur Bahçekapılı onu sözlerini geri almaya çağırdı[34]. Son darbeyi tabi ki başbakan koymalıydı ve onunda açıklamaları gecikmedi. Erdoğan, Bakan Şahin’in açıklamalarının ardından “Bundan sonra arkadaşlarımın da bu konuda açıklama yapmasını doğru bulmuyorum. Bu işe nokta koyalım.” dedi[35]. Ancak İdris Naim Şahin Beyefendi susmayı hiçbir zaman düşünmemişti. Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinde patlatılan bombanın ardından ölen ve yaralananlar oldu. Bakan Şahin yine konuştu[36]:

“Terör konusunda hep beraber dikkatli olmak gereğini bir kez daha bu olayda görmüş olduk. Jandarma ve polisimiz çok dikkatli davrandı. Sabah itibariyle Göksun-Pınarbaşı ve Sarız güzergahında bu araç takip edildi. Polisin yakın takibiyle son anda açtığı ateş sonrasında bu şekilde atlatılmış oldu. Şimdilik söyleyeceklerimiz bu kadar. Bundan sonra adli süreç devam edecek.”

***

Son tahlilde, İdris Naim Şahin Beyefendi’nin hayatı ve görüşleri bizim hayatımızı şekillendirmeyi sürdürüyor. Genel kanı, sayın bakanın iyi bir hatip olmadığı, bu yüzden de sıkça gaf yaptığı yönünde. Ancak yazı içerisinde de söylediğimiz gibi, gaf yapmak bilinçsiz bir eylemdir. Şahin ise söylediği her şeyi hedef kitle, mekan ve gündem gözeterek söylüyor. Bir gün “gerilla” dediğini ertesi gün “tükürükle boğmak” ya da terörün kaynağını dinsizlikte bulmak kazara edilmiş laflar değildir.

59. hükümetin Kültür ve Turizm Bakanı olan Atilla Koç’un “Kitle turizminde Almanlar fazla para bırakmıyor. Ancak Ruslar sonradan zengin olmanın görgüsüzlüğüyle fazla para bırakıyorlar. Ruslar bu söylediğimi duymasın. Bu sene çok Rus turist bekliyoruz!”[37] lafı bir gaftı veya 60. Hükümet’in Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’in Şili’de günler sonra kurtarılan madenciler için söylediği “Böyle bir kaza bizde olsaydı, madencilerimizi üç günde çıkarırdık.”[38] lafı da öyle. Fakat İdris Naim Şahin Beyefendi’nin ettiği her kelam manidardır. Kaldı ki, partisindeki diğer milletvekilleri ve bakanların beyanatlarının da sayın bakanınkilerden aşağı kalır yanı yoktur.

İdris Naim Şahin Beyefendi Gökhan Çetintaş’ın jandarma kurşuyla ölümüne “kader” deyivermiş olabilir. Ancak başbakan da Zonguldak’ta ölen 30 işçinin arkasından aynısını söylemişti. Hatta o işçilerin hayatlarından sorumlu, göçükten üç günde işçi çıkaran bakan Ömer Dinçer, “Güzel öldüler. O konuda ben acı çekmediklerini ve fizik olarak da güzel öldüklerini buradan rahatlıkla söyleyebilirim.”[39] diyebilmişti.

Sayın bakan, AKP iktidarı ile dönüşen Türkiye’nin resmi, partisinin prototipidir. Postmodernizmi –geriden de olsa- takibe başlayan memleketin İçişleri Bakanı’dır.

Bu iktidar için referandumda “hayır” demek “darbeci” olmakla eştir[40]. Kürtlerin dini İslamdır, İslam olmayan Kürtler teröristtir, zaten terörizmin kaynağı da ateizmde, agnostisizmde, Zerdüştükte -ve İslam olmayan ne kalırsa- yatmaktadır[41]. Dolayısıyla Türk ve Sünni olmayanlar ayaklarını denk almalıdır. Bu bağlamda Ermenilerin hepsi katil(Hocalı Kırımı), hatta yalancıdır(Ermeni Kırımı). Öyle ki İdris Naim Şahin Beyefendi, halen bakanı olduğu Ermeni vatandaşlara(Ermeniler ile olan tarihsel bağ neredeyse yoksayıldığı için yalnızca Türkiye Ermenilerinden söz ediyorum) “piç” denilen bir gösteriye katılabilir, orada nefret söylemlerinde bulunabilir[42]. Başbakan da hadiseyi bütün bunlara rağmen “münferit” olarak niteleyebilir.

İdris Naim Şahin Beyefendi’nin kabinenin geri kalanından bir tek farkı vardır. Hükümetin bütün bakanları sorumlusu oldukları vatandaşları devamlı halka şikayet ederken, o polis teşkilatını her şeye rağmen korur, halka ezdirmez. Milli Eğitim Bakanı öğretmenlerin “atanmamış öğretmen diye uyduruk bir sorun çıkardılar” diyebilir[43], Sağlık Bakanı görme engelli sağlık çalışanını “gözlerin görmüyor, sana iş vermişiz” diye azarlayabilir[44].

Ortada bir ironi vardır elbet ve bu bir kara mizahtır. Ancak sayın bakanın şahsına özgü bir terslik yoktur. Terslik son günlerde adet olduğu üzere bakanı “AKP’nin kendisidir” diye niteleyip ardından istifaya çağırmaktır. Bu bakımdan sayın bakan, AKP’nin yarattığı sindirilmişliğin bir yansıması, AKP’den kurtulmanın çaresizliğini kabullenmişliğin de tezahürüdür. İdris Naim Şahin Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri’ni bitirmek için sosyolog Prof. Kadir Cangızbay’a kulak kabartmamız gerekiyor[45]:

“İdris Şahin’e haksızlık yapılmaktadır; hatta hakkı yenmektedir saygıdeğer Bakanın; zira o, AKP iktidarının tomografik suretidir; yani süssüz cilasız; dekorsuz makyajsız, botokssuz estetiksiz en otantik (kendil) tezahürü; Freudgil terimlerle söylersek, süper ego bir yana, ego’sunu bile sıyırıp atmış ‘id’idir; ki ‘id’, bir insan bireyinin salt ‘sevk-i tabiî’lerinden ibaret, dolayısıyla paradigmasında ‘dün’e ve ‘yarın’a yer olmayıp ezelî-ebedî bir ‘şimdiki zaman’ içinde devinen en indirgenmez, yani başka türlü olması tasavvur dahi edilemez yanıdır.”

***

* Tristram Shandy Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri, Laurence Sterne, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012.

** Çıraklıkkalfalık ve ustalık dönemi tabirleri –sayın bakanın Mimar Sinan ile ilgili anlattığı kıssadan yola çıkarak- Mimar Sinan’ın inşa ettiği yapıları “çıraklık, kalfalık ve ustalık eserim” diye tanımlamasına atıftır.

[18] http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1073629&Date=26.12.2011&CategoryID=78

[19] http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1075597&CategoryID=78

[20] http://www.cnnturk.com/2012/turkiye/01/28/icisleri.bakaninin.aritmetigi/646817.0/index.html

[21] http://www.haberturk.com/gundem/haber/713019-bakan-sahin-turkiye-ozgur-bir-ulke

[22] http://haber.gazetevatan.com/o-isaretleri-yapanlari-acikladi/434137/1/Haber

[23] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20056773.asp

[24] http://www.cnnturk.com/2012/turkiye/03/12/onlara.siz.kafanizi.takmayin/652732.0/index.html

[25] http://siyaset.milliyet.com.tr/75-bin-haini-tukurukle-yok-edecek-/siyaset/siyasetdetay/27.03.2012/1520768/default.htm

[26] http://cumhuriyet.com.tr/?hn=328112

[27] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20348599.asp

[28]  http://videonuz.ensonhaber.com/izle/bakan-sahin-den-sasirtan-hareket

[29] http://www.haberturk.com/gundem/haber/734989-onlarin-kestigi-koyun-degil-domuzdur

[30] http://www.yurtgazetesi.com.tr/icerik/10666/idris-naim-sahin-siiri-yine-yanlis-okudu.html

[31] http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1088871&CategoryID=78

[32] http://cumhuriyet.com.tr/?hn=340114

[33] http://www.cnnturk.com/2012/turkiye/05/24/ak.parti.uluderede.faturayi.sahine.kesti/662265.0/index.html

[34] http://marksist.org/haberler/7325-suyu-isiniyor-idris-naime-akp-bile-sahip-cikamiyor

[35] http://www.haber7.com/siyaset/haber/883572-erdogandan-uludere-icin-susun-emri

[36] http://www.haberturk.com/gundem/haber/745133-kayseride-canli-bomba-saldirisi-video

[37] http://haber.gazetevatan.com/0/50897/4/Haber

[38] http://www.ntvmsnbc.com/id/25140943/

[39] http://www.ntvmsnbc.com/id/25100758/

[40] http://www.ntvmsnbc.com/id/25129484/

[41] http://siyaset.milliyet.com.tr/kurtler-her-seyden-once-islam-dir/siyaset/siyasetdetay/19.11.2011/1464654/default.htm

[42] http://www.focushaber.com/videogaleri/idris-naim-sahin-in-hocali-katliami-konusmasi-v-15059

[43] http://tvarsivi.com/player.php?y=11&z=2011-10-28%2008:25:00

[44] http://gundem.milliyet.com.tr/bakan-akdag-gozlerin-gormuyor-sana-is-vermisiz-/gundem/gundemdetay/15.05.2011/1390638/default.htm

[45] http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1186995376&day=21&month=04&year=2012

Creative Commons Lisansı
“İdris Naim Şahin Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri*: Ustalık Dönemi**” isimli eser Creative Commons Lisansı ile korunmaktadır. Eserin lisans kapsamında kullanımı hakkında ayrıntılı bilgi için tıklayınız.

İdris Naim Şahin Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri*: Çıraklık ve Kalfalık Dönemi**

23 Mayıs 2012

Felsefe kümülatif, mizah yıkıcı ve edebiyat da yeniden üretici vasıfları sayesinde önemlidir. Başlığı adından ödünç aldığımız eser, bu vasıfların hepsini bir potada eritmek yerine onları birbirine karşı kullanmaktaki inkarı güç başarısından dolayı edebiyat tarihinde parmakla gösterilen bir yere tekabül ediyor. Laurence Sterne’in Tristram Shandy’nin alelade hayatını ve görüşlerini kaleme aldığı -ya da bir türlü almaya fırsat bulamadığı- roman, erken bir postmodernizm ifşası, eşi olmayan, başı aşikar, sonuna yazarının ömrü vefa etmemiş, meçhul bir tuhaf yaşam öyküsü.

İdris Naim Şahin Beyefendi’nin yalnızca bakanlık dönemi icraatlarının ifşaatı için bu kitaba atıf yapmamızın nedeni, ikisinin de insanlar üzerindeki sersemletici etkisi, açıkça söyleyelim, tarihte bıraktıkları/bırakıyor oldukları yok sayılamaz izleri.

Sayın Bakan’ı anlatmak için Sterne’in en iyi yöntem –ya da en azından dine en uygun olanı– olarak işaret ettiği, işe ilk cümleyi yazarak  başlamak ve ikincisini kadir tanrının yol göstericiliğine bırakmayı yazara bir vefa borcu olarak benimsemek istesem de, İdris Naim Şahin Beyefendi gazete manşetlerini işgal etmeye 61. kabinenin İçişleri Bakanı olduğu –neredeyse- ilk günden başladığından, buna pek fırsat olmayacakmış gibi görünüyor.

Kendisi esasında Türkiye siyasetinin son on yılını bilfiil ve hatta AKP milletvekili olarak en ön sıralardan işgal etse de, kamuoyu Sayın Bakan’la ilk kez, son Erdoğan hükümetinin açıklandığı gün karşılaştı. Bu, neresinden bakarsanız, sürpriz bir atamaydı. Şahin, AKP’nin kurucu üyelerinden biri ve partinin kadim genel sekteri olsa da, -ana muhalefetin deyimiyle- sakin güçtü. Bu sükunet, eski bakan Hilmi Güler’in Ordu 1. sıra milletvekili adaylığını son 12 Haziran’da kendisine devretmesi – ya da devretmek zorunda bırakılması- sayesinde yerini bir fırtınaya bıraktı. Hilmi Güler’in bakanlığa veda etmesinin nedeni, Ordu Merkez İlçe’deki yerel seçim mağlubiyeti olarak gözüküyordu fakat daha sonraları bunun da artık alışmaya başladığımız bir gayri meşru ilişki/çocuk hadisesi (farklı siyasetçilik) hasebiyle gerçekleşmiş olabileceğini okuduk.[1]

İdris Naim Şahin Beyefendi, Ordu 1. sıradan milletvekili seçilmekle kalmadı, kabineye de girdi. Hatta İçişleri Bakanlığı koltuğuna, daha önce bu koltuklarda oturan diğer bakanların varlıklarını unuttururcasına- oturdu. Bu sadece yeni bir hükümet döneminin başladığının değil, postmodernizmin devlet katına da nakşolunmaya başladığının işaretiydi.

15 Temmuz 2011 Silvan Çatışması Beyanatları

Birçok insanın hayatını kaybettiği çatışma sonrası, bakan ertesi gün Diyarbakır’ın yolunu tuttu ve yolculuk öncesi basında ses getiren ilk açıklamalarını yaptı. İki farklı hususu dile getirdiği demeç günlerce konuşuldu. İlk olarak ölüm sebepleriyle ilgili soruya cevap verdi[2]:

“Yangın çıkmıştır, yangının sebepleri şu anda çıkmış olan yangını geri getirecek değildir. Yanan ağaçlar orada kaybolan canları geri getirecek değil.” 

Daha sonra da, ileride revize edeceği birçok mühim tanımdan biri olan özgürlüğün memleketteki durumunu izah etti:

“Bu ülke özgürlüklerin alabildiğince var olduğu ve doya doya yaşandığı bir ülke. Var olan özgürlüklerin varlığını itiraf edecek kadar beyni, aklı özgürlükten yoksun olan birtakım insanlar var. Bu gerçekle karşı karşıyayız.” 

22 Temmuz 2011 Kardeşlik Tarifi

Şahin, seçim bölgesine gitmek üzere Samsun Havalimanı’na geldi ve burada basın mensuplarına açıklamalarda bulundu. Bir muhabirin “Son zamanlarda özellikle Samsun ve Ordu arasında kardeş şehir vurgusu yapıyorsunuz. Bunun özel bir anlamı var mı?” sorusuna verdiği kapsamlı yanıt gazete manşetlerine geçmedi, ancak Şahin’in verdiği kardeşlik tarifi mühimdi[3]:

”Tabii terörle çok uzak bir konu değil. Dolaylı her şey birbiriyle bağlantılıdır. Samsun-Ordu kardeş değil bütün Türkiye kardeştir. Biz Türkiye’nin, Türk milletinin kardeşliğini yer yer, nerede bulunuyorsak orada vurgularız, vurguluyoruz. Samsun, Ordu ile kardeştir. Samsun, Sinop ile de kardeştir, Çorum’la da kardeştir. Bu kardeşler zinciri el ele Hakkari’ye kadar gider ve orada misak-ı milli sınırında, Şemdinli’nin, Çukurca’nın yakınında durur. Oradan ne ileri gider ne geri gelir.”

30 Temmuz 2011 Gökhan Çetintaş’ın Ailesine Taziye Ziyareti

PKK’lı olduğu sanılarak jandarma tarafından üzerilerine ateş açılan iki kardeşten Habib Çetintaş kurtulmuştu ancak sara hastası Gökhan Çetintaş 16 yaşında hayatını kaybetmişti. Olaydan bir hafta sonra Çetintaş ailesine taziye ziyareti gerçekleştiren  bakan şöyle konuştu[4]:

“Hayat bu, acısıyla, tatlısıyla, sevinciyle birlikte yaşanıyor. Allah başka acı vermesin. İnşallah onun acısını da bir güzellikle sizden alır götürür. Gazetelerde babanın beyanatını okudum, ‘Allah bana öbür evladımı bağışladı’ dediniz. Bizde aynı şeyleri düşünüyoruz, her şey olabilir hayatta, o da olabilirdi. Yani böyle pozitif bakmak, bir de olaya öbür taraftan bakıp görebilmek hakikaten beni mutlu etti. Ben de öyle baktım. Aksilik ya, öbürü de ölebilirdi. Sonuçta bir an, bir mekan, bir zaman, bir ortam var. Bunun bir de arka planı var, durup dururken olmuyor. O kadermiş yaşanacakmış, yaşandı. İnşallah siz de bir başkası da bu tür bir tatsızlığı, bu tür bir acı sürprizi yaşamaz.”

14 Eylül 2011 Kara Harekatı Açıklaması

Ardı arkası kesilmeyen çatışmalardan sonra Türkiye’de başlatılan geniş çaplı operasyonlar, basın tarafından daha da genişletilerek sunuladursun, Bakan Şahin bir buçuk aylık süre içerisinde belki de toplumsal ciddiyeti karşısına almamak adına ilginç açıklamalar yapmadı. Bu sessizlik 14 Eylül günü yine bir basın mensubunun sorusuna verilen cevapla bozuldu[5]:

“Kara harekatı, bugün, yarın başlamış, başlıyor değil. Şartlara göre her an olabilir. Bugün, olabilir, 1 saat sonra da olabilir. Bunun tarihini verecek değiliz, vermiş de değiliz. Yapıldığı zaman fark edilir. Yapılır mı, yapılmaz mı o da değerlendirilir.”

16 Eylül 2011 Türkiye Muharip Gaziler Derneği Ordu Şubesi Toplantısı

Ordu’da düzenlenen madalya töreninde gazilerle bir araya gelen Bakan, konumu ve dinleyici kitlesi itibariyle çatışmalar üzerine uzun bir konuşma yaptı. Uzun zamandır ilk defa bir devlet yetkilisi konu hakkında yeni, daha önce duymadığımız bir beyanat veriyordu[6]:

“Misak-ı Milli sınırları içerisinde topyekun dimdik birlikte olacağız. Kardeş olacağız ve olmaya devam edeceğiz. Başka şansımız yok. Bedel ağır ödendi. Bu bedeli yok sayamayız. Bu bedel çocuk oyuncağı değil. Bu işin şakası olmaz. Bu işin ciddisi de olamaz, hiçbir şeyi olamaz.”

20 Eylül 2011 Ankara Kumrular Caddesi Patlaması Basın Toplantısı

Kumrular Caddesi’ndeki patlamanın ardından İçişleri Bakanlığı adına açıklama en üst düzeyde yapıldı. İdris Naim Şahin Beyefendi soruları şu şekilde cevapladı[7]:

“Ankara Savcılığının, intikal eden ön bilgilere göre, 3 adet -maalesef- vatandaşımızın patlamadan dolayı can kaybına maruz kaldığı bilgisi var elimizde. (…) Hedefi en iyi, eylemi yapan bilir. (…) Hedef gözetmeden yapılan bir hedeftir.”

30 Ekim 2011 Katır Hakkını Arama Açıklaması

23 Ekim’de 1999 depremlerini hatırlatan ancak sosyal boyutlarıyla çok daha ağır bir tahribata neden olan deprem başta Van ve Erciş olmak üzere bütün bölgeyi vurdu. İdris Naim Şahin Beyefendi yaraları sarmak üzere Erciş’te bir mevlüde katıldı. Fakat gündemde deprem ile çatışma ve patlamalar paralel olarak yer alıyordu. Sayın Bakan, Bingöl’deki canlı bomba eylemi ile Hakkari’deki katırlı saldırı üzerine sorulan soruya şu yanıtı vermişti[8]:

“Burada depremin yaralarını sarmaya çalışıyoruz. Onlar burada da fırsat aradılar, fırsat bulamadılar. Bugün Bingöl’de eylem gerçekleştirdiler. Hakkari’de girişimleri oldu. O katırın hesabını nasıl verecekler, ben merak ediyorum. Bir gün verecekler. Katırın hakkını korumak da bize ait. Bütün canlıların. Bunlar ne ağaç ne insan, ne doğa sevgisi taşımayan apayrı bir yeryüzü varlıklar. Bunları apayrı terminolojide değerlendirmek lazım. Günlük hayattaki iyi ve kötüye ait kelimeler, bunlar için yetersiz. Türk Dil Kurumu ve edebiyat fakültelerinin ayrı bir çalışma yapmaları lazım. Kelimeler yetmiyor.”

31 Ekim 2011 Van Depremi Çadır-Kent Ziyareti

Bakan bir hafta sonra afet bölgesine ulaşmıştı ancak halkla kucaklaşma çabaları enteresan bir hal aldı. İçinde yerel idareciler ve Diyanet İşleri Başkanı’nın da bulunduğu bir heyetle beraber, çadır-kenti gezen Şahin, halkla bütünleşmek istedi[9]:

“Sayın Başkanım(Diyanet İşleri Başkanı’na) biz de buraya bir çadır kuralım, mekan tutalım gibi geliyor.”

Halktan muhtemelen beklediği tepkiyi alamayan Şahin, günün ilerleyen saatlerinde bir çadırın önünde onu bekleyen vatandaşlara sitemkar bir tavır takındı:

“Koskocaman sarayda oturuyorsunuz, bir ‘gel’ dediğiniz yok.”

3 Kasım 2011 Prof. Büşra Ersanlı Açıklaması (I)

BDP Siyaset Akademisi’nde ders verdiği gerekçesiyle KCK ile ilişkilendirilerek gözaltına alınan siyaset bilimci Prof. Büşra Ersanlı’nın tutuklanmasının ardından, Şahin akademisyen hakkında son olmayacak şu notu düştü[10]:

“Sayın profesörümüzün anladığım kadarıyla bu yapıyla bir bağlantısı olduğu. Sanki dersimiz; siyaset konumuz da Türkiye Cumhuriyeti’nde halk nasıl ayaklandırılır sebepsiz yere, kandırılarak, Türkiye Cumhuriyeti nasıl bölünür derslerinin hocalığını yapmak durumundaymış diye duyuyoruz. Eğer bunlar yanlışsa yanlış hesap bir yerden döner. Sadece yargıçlar Berlin’de değil yargıçlar Türkiye’de vardır ve biz Türk yargısına Türk yargıçlarına güveniyoruz.”

7 Kasım 2011 Kürt Sorunu Beyanatı

Adı Kürt Açılımı’ndan Milli Birlik ve Kardeşlik Açılımı’na evrilen sürecin en son ne durumda olduğunu anlamak üzere kulak verdiğimiz İçişleri Bakanı dönüşümü özetledi. Evrim tamamlanmıştı[11]:

“Sorun sorun diyorlar. Sorun nedir yani? Sorun yol mu? Sorun şarkı mı? Sorun kıyafet mi? Sorun ibadet mi? Sorun hastane mi? Ben arıyorum sorunu bulamıyorum.”

12 Kasım 2011 Kartepe Deniz Otobüsünün Kaçırılması

Mensur Güzel adlı vatandaş İzmit-Karamürsel seferini yapan deniz otobüsünü kaçırdı, uzun süren operasyonun ardından da öldürüldü. Bakan operasyon sonrası şu beyanatı verdi[12]:

“Kandırılmış bir fakir bir halk çocuğu. (…) Konuşması düzgündü yüksek eğitim aldığını tahmin ediyoruz. 1 Ağustos’ta ev tutmuş. Bir de ev arkadaşı varmış. Belli bir eğitimi almış ama inandırılmış, kandırılmış. Kaybolan hayatlardan biri olarak kendi hayatını kaybetmek suretiyle bir operasyona konu oldu.”

18 Kasım 2011 Prof. Büşra Ersanlı Açıklaması (II)

İdris Naim Şahin Beyefendi ilk yaptığı açıklamanın tarihsel perspektiften yoksun olduğunu anlamış olacak ki, akademisyenin tutuklanmasının bir fenomen olduğunu, süreç ve içerik dahilinde değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayan ikinci açıklamasını yaptı[13]:

“’Bir profesör tutuklanır mı? Bir kadın tutuklanır mı?’ Ben cevap veriyorum; kadın olduğu için tutuklanmıyor, profesör olduğu için tutuklanmıyor. ‘Dersimiz siyaset, konumuz ayaklanma’ eğitimini yapıyorsa birisi, yapmaya devam ediyorsa… Büşra Ersanlı profesör hanımefendinin 80 öncesi gençlik yıllarına bir yolculuk yapmanızı tavsiye ederim. Hangi suçtan, hangi komünizan faaliyetten mahkum olduğunu, cezaevinde yattığını, akrabalarının kim olduğunu, eniştesinin bu ülkede bir başka faaliyetten tutuklu olduğunu, bir başka sevdanın yolcusu olduğunu araştırırsanız görürsünüz. İsim vermek istemiyorum. Bu yapı Türkiye’de gerçekten önemli ve ciddi bir yapıdır. Bu yapı bir kandırmaca, bir zorba yapıdır, bir zulüm yapısıdır. Daha önce bu bölgede feodal bir yapı vardı; ağalar vardı, şeyhler vardı. Onların yerini, onların rolünü bir başka feodal yapı kaptı, komünizan bir feodal yapı kaptı. Bir esaret zinciri, bir de saadet zinciri var orada.”

12 Aralık 2011 Belediyelere Soruşturma İzni Sorusuna Yanıt (!)

Meclisteki oturumda CHP milletvekili, İdris Naim Şahin’e belediye soruşturmaları ile ilgili olarak “Son bir yıl içerisinde kaç belediye soruşturma kapsamına alınmıştır, bu belediyelerin partilere göre dağılımı nedir, soruşturma izni vermediğiniz kaç AKP’li, kaç muhalefet belediyesi vardır?” diye sordu. Sayın Bakan da atıfta bulunulması oldukça zor olan şu yanıtı verdi[14]:

“Yoğunlaşan bir soru, beklediğimiz bir soru. Kürsüde söz alan Cumhuriyet Halk Partili arkadaşlarımızın da dile getirdikleri bir konu. Bakanlığımızca belediyelere yönelik, belediye başkanları ve çalışanlarına yönelik yürütülen soruşturma işlemleri… Bakanlığımız tarafından 2009 tarihinden, yani şimdiki sayın başkanın seçildiği tarihten bugüne kadar yapılan inceleme ve soruşturmaların dökümünü veriyorum: İstanbul… İstanbul bu listede yok. Örnek olarak almışız, yani tamamı var bu listede. Tamam, şimdi beni bütün bilgiler dolayısıyla alkışladınız. Sürem, pardon sürem bitti mi sayın başkan? Evet, benim sürem bu kadar. Bundan sonraki, diğer sorulara yazılı olarak cevap vereceğiz. Siz çok güzel soru önergeleri veriyorsunuz, biz de cevap veriyoruz. (“Bir tane vermediniz” diye araya giren vekile) Bir tane olmaz çünkü çok veriyoruz.”

16 Aralık 2011 Gerilla Beyanatı

Devlet diskuru da, İdris Naim Şahin Beyefendi sayesinde mümkün olduğunca yenilendi. Daha önceleri Kürt Sorunu’nu aradığını fakat bulamadığını belirten Bakan, bir meclis oturumunda militan PKK’lılar için şu sözleri söyledi[15]:

“Ne yazık ki 8 gerilla öldürüldü. (MHP sıralarından gelen itirazlar üzerine) Adı önemli değil, bölücü örgüt üyesi ya da gerilla olsun. Keşke onlar terörist olmasaydı, örgütsel dokümanlar, ağır silahlar, bombalarla yakalandıklarında, Jandarmamızın daha önce yaptığı gibi ‘teslim olun’ uyarılarına makul, olması gereken tepkiyi verselerdi de sağ olsalardı.” 

18 Aralık 2011 Fevziye Cengiz’e Polis Dayağı Açıklaması

16 Temmuz 2011’de eğlendiği mekanda kendisine kimlik soran polislere direnip gözaltına alınan Fevziye Cengiz adlı vatandaş, Karabağlar Polis Karakolu’na götürüldü. Gözaltının öncesi ve sonrasında iki polisten dayak yiyen kadın savcılığa başvurdu. Konu gündemi fazlaca işgal etmeye başladığında İdris Naim Şahin Beyefendi devreye girdi. Amiri olduğu polisler hakkında şöyle konuştu[16]:

”Tasvip etmediğimiz bu olayın şüphelilerine, o görevlilere, hukukun öngördüğü cezanın ötesinde, bir ceza mı verelim. Yani İzmir Konak meydanına darağacı kuralım, personeli darağacında asalım mı?”

Basın, açıklamanın bu kısmını geniş olarak işledi. Ancak sayın bakanın demecindeki tek ilginç bölüm bu değildi:

“Eskiden ‘karakolda ayna var’ denilirdi. Biz o aynaları kırdık. Şimdi karakolda kaset var, kamera var. Türkiye, polisi, jandarması bu noktada.”

Beyanatın devamında da en iyi becerdiği işlerden birini, meseleyi konu dışına çıkarmayı tekrarlamıştı:

“Karabağlar’daki olayı tasvip etmiyoruz. Kaset yayınlandıktan sonra görevlileri görevden uzaklaştırdık. Özür de diledik, İzmir Valiliği üzerinden. Ben de özür diliyorum. Bu olay Türkiye’ye yakışmıyor doğrudur da, Türkiye’ye yakışmayan başka olaylar yok mu? Onları neden görmüyoruz.”

24 Aralık 2011 Dinsizliğin Kaynağı Açıklaması

Sayın bakan partisinin Eskişehir Tepebaşı İlçe Teşkilatı’nın toplantısına katıldı. Yaptığı konuşmada iki gün sonra ses getirecek terör tarifleri açıklamasının girişini yapıyordu. Konuşma şu şekildeydi[17]:

“Benim Kürt kardeşim merttir, yiğittir, şereflidir, onurludur. Dinine Müslümandır. Hatta dininin kıyafetine bile düşkündür. Yerine göre sarığını bile dini anlayışından dolayı çıkarmayı bir sıkıntı kabul eder. Halbuki dinsizliğin, namussuzluğun, ahlaksızlığın adresi bir teşkilat, benim Kürt kardeşimi sahte cuma namazlarıyla, sahte iftar sofralarıyla, sahte imamlarıyla ve sahte siyasetçileriyle kandırmaya çalışıyor. Dinsizliğin, inançsızlığın, şerefsizliğin, ahlaksızlığın, her türlü melanetin adresi o terör örgütüdür.”

***

Bu açıklamaya kadar geçen süreyi çıraklık ve kalfalık dönemi olarak kabul ediyoruz. Yazının ikinci bölümünde de sayın bakanın ustalık dönemini inceleyeceğiz.

***

* Tristram Shandy Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri, Laurence Sterne, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Ocak 2012.

** Çıraklıkkalfalık ve ustalık dönemi tabirleri –sayın bakanın Mimar Sinan ile ilgili anlattığı kıssadan yola çıkarak- Mimar Sinan’ın inşa ettiği yapıları “çıraklık, kalfalık ve ustalık eserim” diye tanımlamasına atıftır.

[1] http://siyaset.milliyet.com.tr/bir-gazeteci-ak-partili-ismi-acikladi/siyaset/siyasetdetay/18.05.2011/1391889/default.htm

[2] http://siyaset.milliyet.com.tr/icisleri-bakani-sahin-herkes-aklini-basina-alsin/siyaset/siyasetdetay/15.07.2011/1414699/default.htm

[3] http://www.sabah.com.tr/Gundem/2011/07/22/silvan-incelemesi-haftaya-tamam#

[4] http://t24.com.tr/haber/bakansahinden-aciliailelereziyaret-samsun-aa/159577

[5] http://www.haberturk.com/gundem/haber/669433-kara-harekati-bugun-yarin-baslamis-basliyor-degil

[6] http://www.dha.com.tr/icisleribakaniidrisnaimsahinaciklama_208814.html

[7] http://video.haberturk.com/haber/video/icisleri-bakanindan-patlama-aciklamasi/54083

[8] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/19121710.asp

[9] http://www.haberturk.com/gundem/haber/684163-bakandan-cadir-gafi

[10] http://www.internethaber.com/profesorden-ulkeyi-nasil-boleriz-dersi-381625h.htm#ixzz1swLc3W6z

[11] http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1068841&Date=07.11.2011&CategoryID=78

[12] http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Date=12.11.2011&ArticleID=1069271&CategoryID=77

[13] http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/iki-koldan-saldirdilar-haberi-48471

[14] http://www.youtube.com/watch?v=ToezGUHaxAE

[15] http://www.ntvmsnbc.com/id/25306528

[16] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/19492471.asp

[17] http://www.ensonhaber.com/bakan-sahin-pkk-sapik-bir-ideoloji-uzerine-kurulu-2011-12-24.html

Creative Commons Lisansı
“İdris Naim Şahin Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri*: Çıraklık ve Kalfalık Dönemi**” isimli eser Creative Commons Lisansı ile korunmaktadır. Eserin lisans kapsamında kullanımı hakkında ayrıntılı bilgi için tıklayınız.

Nükleersiz Japonya için sivil sesler

10 Mayıs 2012

Geçtiğimiz hafta 5 Mayıs günü, Hokkaido’da bulunan son aktif nükleer enerji santrali olan Tomari’nin de kapatılmasıyla, Japonya’nın 42 yıl sonra ilk kez nükleer enerjiden tamamen arındığını daha önce belirtmiştik. Yerel yönetimler, Fukuşima felaketinden bu yana nükleer santrallerin durdurulması ve tekrar çalışmaya başlatılmaması için mücadele verirken; hükümet ise geçen hafta alınan bu kararın yalnızca geçici bir önlem olduğu konusunda ısrarlı. Ancak geçici veya değil, bu süreç halkı nükleer enerjiyi ve tüketici yaşamı sorgulamaya ve tartışmaya iten çok önemli bir süreç doğuruyor. Santraller kapatılmadan önce, gazete ve televizyonlarda nükleer enerji olmadan ülkenin ekonomik seviyesinin ve halkın yaşam standartlarının korunamayacağı üzerine haberler yapılırken; son zamanlarda ise bunun mümkün olup olmadığı hakkında tartışmalar yapılmakta, yazılar ve araştırmalar yayınlanmakta.

Bugün, 10 Mayıs 2012’de ise nükleersiz gelecek ideallerine sahip çıkan yaklaşık 300 kişi Tokyo Belediyesi önünde toplandı ve muhteşem bir sivil hareket örneği göstererek “gelecekte nükleer enerji kullanımının desteklenip desteklenmeyeceğine dair Tokyo genelinde bir referandum yapılması” taleplerini, Tokyo sakinlerinden topladıkları 323 bin 076 imza ile belediye görevlilerine sundu.

Tokyo Belediyesi’nin, halen TEPCO’nun en büyük hissedarı olması sebebiyle, 1999 yılından bu yana Belediye Başkanı olan, aşırı milliyetçi görüşleri ve sansasyonel açıklamalarıyla tanınan Shintaro Ishihara’nın referandum fikrine sıcak bakmadığı biliniyor. Kendisi, bugün de imzaları teslim almak üzere bir belediye çalışanını görevlendirdi ve henüz konuyla ilgili bir açıklamada bulunmadı.

Hollande ne kadar “sol”?

09 Mayıs 2012

Geçtiğimiz Pazar, önce Fransa ve sonra tüm dünya nefesleri tutmuş Fransa başkanlık seçimleri sonucunu bekliyordu. Fransa’da belediye binalarının önünde dev ekranlar kuruldu. Seçimlerin ikinci turunda Fransız partizan ve vatandaşlar kah evlerinde televizyon/radyo/internet başında kah sokaklarda ellerinde pankartlar dillerinde sloganlar ile “demokrasi” sonuçlarını heyecanla beklediler. Oy kullanmayan ya da beyaz oy ile bir nevi siyasi hayatı eleştiren, düzene ilgisiz olanlar da seçim sonuçlarına kulak kabarttılar.

Ve…

17 yıldır sağ cephenin ve 5 yıldır Sarkozy hükümetinin yönetimi yerine, bundan böyle sol cepheden bir yöneticinin geçeceği haberi patlak verdi. Haberler, televizyon programları, gazeteler, tüm medya araçları manşetlerini bu çarpıcı değişime yönelttiler. Bizlerse hemen sosyal ağlarımıza sarıldık. Bazılarımız François Hollande’ın ve partisinin içeriğinden gerçekten haberdar, bazılarımız sağ-sol arasında bitmek bilmeyen yarıştan hislenerek twitter, facebook veya blog sitelerini seçim sonuçlarını kutlayan (ve hatta dünyadaki diğer hükümetler için umut vaat ettiğini bildiren)  ya da Fransa’ya bol şans dileyen (ve hatta Fransayı ekonomik sıkıntının beklediğini öngören, kaybedeceği bolluk için üzülen) yorumlarla donattı.

Oysaki bu durum gerçekten de Fransa solu için su katılmamış bir başarı mı? Fransa vatandaşları için ve diğer aktörler için eşitlik, hak, adalet yolunda büyük bir umut mu?

6 Mayıs 2012 tarihe, “1981 başkanlık seçimlerindeki Mitterrand zaferinden sonra Hollande’ın, V. Cumhuriyette sol cepheyi zafere taşıyan ikinci cumhurbaşkanı unvanını alması” ile geçti. Fransa’daki bağımsız haber araçlarından biri olan mediapart.com‘da yer alan bir analize göre, Hollande ve Mitterrand zaferleri arasından tek bir fark yatıyor: Mitterrand ardından gelen sağ hükümet. Çünkü sosyalist programa sadık Mitterrand yönetiminden sonra sağ anlayışın hüküm sürdüğü dönemden bu güne çok şey değişti. 2012 başkanlık seçimlerinde tüm bu değişimlerden sonra çok ilginç bir seçim kampanyasına şahit olduk. Kısaca, Sosyalist Parti, solu başarıya taşıyan bu sonucu çok kaygan bir zeminde elde etti. Ama 2012 oy dağılımına baktığımızda; Fransa genelinde Hollande’ın yüzde 51,62, Sarkozy’nin yüzde 48,38 elde ettiğini gördük. 1981 yılına göz attığımızda da sol ve sağ arasındaki seçim yarışında aşağı yukarı aynı oranları buluyoruz: François  Mitterrand  yüzde 51,76 ; Giscard d’Estaing yüzde 48,24.

Öte yandan yakın tarihte -1997 yılından bu yana-  François Hollande, Corrèze’yi temsil ediyordu. O dönemde Giat Sanayi tarafından özelleştirilen ve satın alınan Tulle’deki silah fabrikası işçilerinin huzuruna Hollande çıkmıştı. Amacı yaşanan bu özelleştirme hareketinin “iş koruma” maksadı taşıdığını işçilere anlatmak, onları buna inandırmaktı. 1999 yılında ise Sosyalist Parti’den Lionel Jospin’in “Devlet her şeyi yapamaz” sözü Fransız vatandaşlar arasında tedirginliğe yol açacaktı. Jospin, bu gafını Clermont-Ferrand kentindeki Michelin fabrikasında 8 bin işçinin atılması üzerine yapmıştı. 2002 başkanlık seçimlerine adaylığını koyan Jospin, ilk turda seçim sandıklarından çıkan yüzde 30 oy ile sol cephe bu gafın ağırlığını bir kez daha yaşadı. Hollande, tüm bu olumlu-olumsuz deneyimleri kullanarak 2012 başkanlık seçim dönemine hazırlanmıştı. Artık Sosyalist Parti üyeleri  işçi sınıfı ile nasıl iletişime geçeceğini öğrenmişti. Zira Hollande bu seçim yarışında işçilerin yanında durduğunu tekrar tekrar hatırlattı. (Bknz: “PSA-Aulnay kapatılmasına, hayır” ayaklanmalarında François Hollande işçilere yoğun destek verdi)

Kısaca; bu gelişmeleri göz ardı eden ya da fark edemeyen SP karşıtları, Hollande’ın hak ettiği değeri göremeden hesap yaptılar ve onu küçümsemekten öteye gidemediler. Örneğin (özellikle sosyal medyada) kendisine  “Flamby” (karamelli puding) gibi lakaplar taktılar.  Ama Hollande bugüne kadar kazandığı tüm deneyimleri, gözlemleri kullanarak kazanmaya oynuyordu.

İlk turun ardından gazetecilere “Öfkeli değilim çünkü kazanmak istiyorum” diyen Hollande hiç olmadığı kadar Mitterrandcı bir tavır ile sözlerine devam etmişti  “…eğer kızgın olsaydım, kendimi kaybederdim. Zaman kaybederdim. Hafızam hala taze, ama bu benim seçimlerimi değiştirdiğim ya da beni her zaman desteklememiş kişilere güvenmediğim anlamına gelmiyor. Kazanmak için, işbirliğine ve bugüne kadar yanımda olan herkese ihtiyacım var.” Fakat bu sözler değil, Hollande’ın “…normal başkan olacağım…” ifadesi herkesi şaşırtmıştı.

Zira Hollande “normal başkan” yaftasını üzerine alırken bunu sadece sözleri ve işçilere olan yaklaşımı ile değil, kampanya sürecinde imajı ile göstermeyi de ihmal etmiyordu. Birinci tur seçimleri öncesinde ülke genelinde kullanılan resmi afişlerde François Hollande takım elbiseli klasik görünümü ile başbakan edasında ön plana çıkarılmıştı. Gözündeki gözlükler, bilgili görünüm ve karar verme yetisi ile güven hissini uyandırıyordu. Semiyoloji uzmanı Elodie Mielczareck, değerlendirmelerini “…kesin bir yüz ifadesi kullanmamakla beraber yumuşak bir görünüm sergilerken esrarengiz bir hava uyandırmakta. (tıpkı Monalisa’daki gibi). Ama izleyici ile arasındaki mesafeyi kırmak için ‘sert’ görünümünü ortadan kaldırmıştır. Aynı zamanda arkadaki kasaba görüntüsü ve afişin etrafının çerçevelenmemesi de aynı  amaca hizmet etmekte. Yine arkadaki bu kırsal manzaraya baktığımızda sağ cephenin özellikle Sarkozy’nin sıkça kullandığı Fransız vadilerini hatırlıyoruz. Fakat aynı görüntüye Mitterrand’ın Sakin Güç (force tranquille) sloganı tasvirinde de rastlıyoruz” biçiminde aktarıyor. Tarihçi Fabrice d’Almeida bu yorumlara ek olarak, Hollande’ın kıyafet seçiminde ağırlıklı olarak mavi tonu kullanmasını muhafazakarlar için “ılımlı” bir hava yaratmaya çalışmasına bağlıyor. Çünkü bugüne kadar Hollande dışındaki sosyalist siyasetçilerin kırmızı kravat kullandığına dikkat çekiyor. Ama bu afişte ne pembe ne de kırmızı tonları mevcut değildi. Böylece, Hollande “ben bir devrimci değilim” mesajını iletmek istiyor demek yanlış olmayacak. Tüm bu bileşimlerde yaratılan imaj çok klasiktir. Kendisini başkan olarak aksettiren, güven veren, otoriter ama huzuru hissettiren, Halk Birliği Hareketi tarafından gelen güçsüz-yetersiz yönündeki ithamları silmeye yönelik bir imaj. Ama bu imaj oluşturulurken kullanılan iletişim yöntemi sağ cephenin kullandığı yöntem ile aynıydı. Fakat Hollande’ın yürüttüğü kampanyanın felsefesine uygundu, içinde sosyalist ögelere yeteri kadar gönderme yapan risksiz bir adım. Böylece Sarkozy ile girdiği rekabette onun metotları ile yarışmaktan çekinmiyordu. Kısaca, “Fransa’nın başkanı olabilirim, bana oy verin” talebini doğrulamaya çalışıyordu.

Hollande seçim kampanyasının merkezindeki “normal başkan,” “karmaşıklıkları çözen bir sosyolog ve eşitsizlikleri gideren bir filozof” imajı ile sosyalist değerleri önce çıkardı. Burada yatan fikir yeni dünya düzeninin getirdiği karmaşa, kalkınma ile temsil ettiği sol görüşü yüzleştirme esasına dayanıyor. Bu analiz ikinci tur seçimlerinden iki gün önce Le Monde resmi internet sitesinde yer aldı.   Bu analizin devamında Fransız sosyolog  Edgar Morin ve François Hollande’ın konuk olduğu bir söyleşi hazırlanmış.  Sosyalist Partiden Cumhurbaşkanlığına aday bir siyaset adamının ve kendini “karmaşık düşünceler” sistematiğine adamış sol görüşlü bir düşünürün karşılaşması bu. Bu diyalogda, ikisi arasındaki ortak noktayı bulacağız. Sosyalist değerlerin 2012 yılında ele alınışını çok kısada olsa özetleyen bir diyalog.

***

Sizin için sol ne ifade etmektedir?

Edgar Morin: Benim için, zaman içinde birbirinden ayrılmış ve birbirine karşı düşmüş 19. yüzyılın üç kaynağında saklıdır: Sosyalist, komünist ve liberter.  Komünist düşünce, Stalin ve Mao uygulamalarında anlam kayması yaşamıştır. Sosyal demokrasinin içi boşaltılmış, liberterizm ise radikal solun küçük bir ayrıntısına atfedilerek yalnız bırakılmıştır. Bugün bu üç yaklaşımı, bireylerin gelişimi, daha iyi bir toplum ve kardeşlik için tekrardan canlandırmalıyız. Bahsi geçen bu kaynaklara bir dördüncüsünü de ekleyebilirim: Ekoloji.  Zira kendimiz ve insan doğası için kurtarmamız ve korumamız gereken bir doğa vardır. Bunun için fazladan çaba sarf etmeliyiz.

François Hollande: Bu üç kaynağın dolaylı etkileri olmuştur, bazen solduğuna tanık olsak da hala canlıdır. bunun sorumlusu  19. yüzyıldan çok, sosyalist camiadır. Çünkü sosyalistler iktidar kullanım alanına kavuştular. Hem devletin zirvesinde hem de yerel mercilerde vaat ettiklerini yerine getirme istemi ile kuvvetlendiler. Sol, cumhuriyetçi çizgiden çıkmamak için elinden geleni yapmalıdır ve aynı zamanda yeni girişimlerde de bulunmalıdır. Örneğin demokrasiyi tekrardan piyasalardan daha güçlü bir konuma getirmelidir, tekrardan küreselleşmeyi ve finansmanı kontrolü altına alabilmeyi sağlamalıdır. Sol, yeni politikalar üretebilme yolunu açmalıdır. İlerleme mümkündür. Gelecek, hala daha sonraki nesiller için bir destek kaynağı olabilir. İnsanlık ölmedi. Kendi tarihimizi canlandıran ve kendi kaderimizi tayin edenler bizler olmalıyız. Ben başkanlığa adaylığımı bu tarihi bakış açısından yola çıkarak koydum. Ben hem nöbeti devralan hem de onu yeşerten kişi olmak istiyorum.

Ölüm cezasının kaldırılması, yuppie olarak tabir edilen şehirli genç profesyonellerin belirmesi, kitap fiyatlarının sabitlenmesi, Bernard Tapie’nin zaferi ile  Mitterrandcı uygulamalar sola destek mi köstek mi oldu dersiniz?

Edgar Morin: Mitterrandizm büyük bir umut ile uygulamaya konuldu.  Büyük reformlara imza attı; ölüm cezasının ortadan kaldırılması ya da Auroux yasası gibi. Ama sonuç çok muğlak kaldı. Zayıf yönlerini, başarısızlıklarını, yetersizliklerini göz ardı edemeyiz. François Hollande iktidarlığındaki sol hangi sonuca yelken açmıştır? 1981 yılından itibaren, önemli reformlar yapıldı ama Fransız toplumu, sizin itham ettiğiniz kapitalist yatırımın gelişimini destekleyen neo-liberalizme itilmedi mi? Örneğin popüler cephede mükemmel bir an vardı ama hükümetin Nazi ilerlemesini durdurmak için İspanya’ya müdahale edecek ne enerjisi ne de cesareti vardı.

François Hollande: 1980’deki sol karşısında çok da acımasız olmayalım. Ülkemizi modernleştirmeye, dengelemeye çalıştırlar, enflasyonun yarattığı değişimleri yönetmeye ve büyümeyi sağlama yolunu açtılar. O hükümet sayesinde, Fransa ön saflarda yerini aldı. Fakat hem büyük bir proje hem de büyük bir pazar olarak inşa edilen Avrupa Birliği tarafından solun elinin kolunun bağlandığı doğrudur. Ve yine bu Avrupa, -vatandaşlarının gözleri önünde- liberalizmi savunarak bitirmiştir. Hatanın faturası sola yüklenmiştir, ama sol bunu düzeltmek için marşa basmıştır…

Sol hangi düşünceden yola çıkmalıdır; kalkınma mı, büyüme mi yoksa daha mı ileri gitmelidir?

Edgar MorinCondorcet’den beri kalkınma, tarihin getirdiği otomatik bir yasa olarak algılandı. Bu kavram öldü. Kalkınmayı artık tekno-ekonomik lokomotif tarafından çekilen bir vagon gibi ilerleme kaydetme olarak düşünemeyiz. Kaçınılamaz bir mekanizma değil ama bir sistemin, bilinçli bir eylemin sonucu yeni bir şekilde ilerlemeyi ifade etmektedir.  Kalkınma çoğu zaman insanoğlunun nicel gerçekleri altında teknik, ekonomik gelişim, büyüme arzuları ile ezilmiştir. Aşırı tüketim, tekno-bilimsel gelişmeler tarafından çıkan felaketler ve büyümenin getirdiği krizler karşısında “daimi büyüme efsanesini” kırmalıyız. Japonya örneğinden çıkardığımız sonuç; krizden önce  gelişmiş bir ülke  sadece yüzde 1’lik büyümeye sahipti. Ama özellikle bir kıstas içinde sunulmuş artan/azalan yasaları aşarak yeşil ekonomiye, dayanışmaya bağlı sosyal ekonomiyi yaygınlaştırılmalıyız…

François Hollande: Kalkınma bir ideoloji değildir. Ama hala gelişme kaydeden bir fikirdir. Ben kalkınma yandaşıyım. Siyasi eylem, bireylere daha iyiyi vaat etmek ve insanlığın ilerleme kaydetmesine izin vermek zorundadır. Bilimsel, sosyolojik, ekolojik gelişmelerin önünü kesen her şeyin karşısındayım. Aynı şekilde, devlet müdahalesi altında gelişen ya da tam tersi, piyasa ekonomisince yol alan alım gücünü ve yaşam kalitesini  arttıran büyümenin otomatik yapısına artık inanamayız. Rousseau’nun bize gösterdiği gibi, teknik, ekonomik, insani, etik gelişimler arasında bir denge yoktur. İnsani, toplu ve küresel bir gelişim uğruna bir birimizle çekişme içindeyiz. . . Sol bu alanda uyanık kalmalıdır, bir yandan başarılı ve yarışan tüccarı desteklerken diğer yandan tüccarlar dışında kalan kesimi de desteklemelidir. . . Ama aynı zamanda azaltılması gereken sektörler vardır. Onlar bizim kaynaklarımızı gereksiz yere harcamaktadırlar. Teknoloji bize bu noktada yardım edebilir. Sağlığa zararlı olanlarla savaşmak toplu harcamalarımızı azaltmak için bir nedendir…

Küreselleşme girişimlerini arttırmalı mıyız yoksa aksi yönde mi ilerlemeliyiz?

Edgar Morin: Rekabet doğal bir olgu ama yarış şirketlerin işçiler yerine makinalaşmayı tercih etmesine sebep oldu. Sendikaların uğruna savaştığı ekonomik sömürü üretim ve etkinlik normlarına yabancılaşmayı beraberinde getirdi. İnsanlıktan çıkmış ekonominin insanileştirilmesi lazım. Bilim üzerinde siyasi, etik ve insani bir kontrol gerekmektedir. Bizim gelişmemiş ülkeler diye adlandırdıklarımızın yaşam seviyelerini yükselmek için girişimde bulunuyoruz. Örneğin bunu “delocalisation” yani yerelliği bozarak  yapıyoruz. . . Böylece küreselleşen düzenin devamını sağlıyor, gerekli iş birliğini kuruyoruz…

François Hollande: Bunlar, siyasi ve ekonomik hayat içinde zaten çok tartışılan konulardı. Yeni koşullar öne sürülmüştü: Tekniğin gelişmesi, kapitalizmin kendi kendini değiştirmesi gibi. Ama tüm bunlar aynı araştırmalardan ve iddialardan öteye geçememiştir. Siyasetin rolü, bilimi kalkınmayı ve limitlerini belirler. Bireysel inançlar sadece etik üzerine kurulmamıştır. Yani bizler neyin mümkün neyin de namümkün olduğunu tanımlamak zorundayız.  Bu açıklamalar bir avuç öne çıkmış gruba değil ama tüm vatandaşlara emanet edilmiştir.

Küreselleşme fizik kuralı değildir! Politik bir girişimdir. İnsanların daha önce karar verdiğini ve kurduğu düzeni bir başkası değiştirebilir. Siyaset, kumarhane ekonomisine ve finans spekülasyonlarına karşı savaşmak için müdahil olmalıdır ki işçilerin onuruna sahip çıksın ve sosyal ve çevresel normlar üzerine rekabeti oluşturabilsin.

Emek hakkın değeri değildir ama vatandaşların değeridir. Yani emekteki hak zaten anayasada tanınmıştır ve bir geliri, toplum içindeki yeri, diğerleri ile olan ilişkiyi garanti eder.

Bugün içinde yaşadığımız abartı dönemi, gelirin, çıkarın, sefilliğin, eşitsizliğin aşırıya kaçmasıdır. Siyasetin görevi; aşırılıklara, tehditlere karşı savaş vermek ve belirsizlikleri azaltmaktır. Bizim insanileşmeye ihtiyacımız var. Aksi takdirde neden ürettiğimizin ve ticaret yaptığımızın anlamını kaybedeceğiz. Aynı zamanda birliğe, büyük değerler etrafında buluşmaya ihtiyacımız var. Ama bu birlik çeşitlilikleri ezmemeli. Ahlaklı olmalı,  adaleti ve doğruluğu kanıtlamalı. Güven duygusunu tüm vatandaşlara uygun olarak aşılamalıyız...

Bu uygarlık siyasetine hangi büyük ekonomik siyaset eşlik edebilir?

Edgar Morin: Bana göre; pazarın rekabetçi özelliğini emniyet altına alarak bütün tehlikeli yatırım güçlerini ortadan kaldırmalıyız. Değindiğim gibi, artan/azalan seçeneğinin ötesine geçmeliyiz. Yeşil ekonomiye yönelmeli, çoğulcu, sosyal ve dayanışma içeren, adil ticaretin ve bir arada yaşayabilecek, organik tarım ve çiftçiliklerin, kurumsal yurttaşlığın olduğu bir ekonomi yaratmalıyız. Aynı zamanda, yapay, zararları, gereksiz, tahrip edici ihtiyaçların yaratılmasını engellemeliyiz. Tüketim üzerine kurulu ve tüketim bağımlılığı yaratan büyük bir politika yerine, insanların sağlığına önem veren yaşam kalitesini artıran arayışlara yönelmeliyiz, değil mi?. . . Fransa’nın yeni kırsal siyaseti toprak, su ve tüketiciler için zararlı olan sanayileşmenin arttığı, tarımın gerilediği, organik tarımın ve çiftçiliğin öldüğü politika olmamalı, değil mi? Kırsalı canlandırmak için kırsal nüfusu artırmalıyız, kurumsal ofisleri, hastaneleri kurmalıyız ve onları yeni fırınlar, marketler, barlar açma yönünde teşvik etmeliyiz. Onların yaşam özerliklerini kurmalıyız, zira uluslararası büyük krizlerde onlara ihtiyacımız vardır.

François Hollande: Sizin bu sözlerinizde değindiğiniz birçok nokta benim programımın bir yansıması oldu. Ben tanıtımlarımda, finanstan bahsettim. Tabii ki de şirketlerin yatırımlarını finanse edecek, onlara destek çıkacak bir finans aracından değil. Reel ekonomi ile ilişkisi olmayan, özerk olan, denetlenemez, kontrolden çıkmış, tehlikeli finanstan bahsediyorum. Finans ekonomiye hizmet edeceği yerde ekonomiyi yaratıyor. Yani finans ile reel ekonomiyi buluşturmalıyız. Liberal ideoloji hegemonyası vardı. Ama limitlerini, tehlikelerini, başarısızlıklarını gördük. Bu ideoloji eskide kaldı. Yeni bir yol çizilmeli. Bu yeni istemleri öne çıkarmak solun sorumluluğundadır.

Tüketim sorunundan bahsettiniz. Bir örnek vereceğim. Enerji iletimini sağlayarak geleceğin Fransa’sını inşa ediyoruz. Bu iletim toplumdan bağımsız bir proje değildir. Nükleer enerjinin azaltılması -ve sağ cephenin bağlandığının aksine- ve bunun paralelinden yenilenebilir enerji üretiminin, evlerin yenilenmesinin gelişimi ve benzeri girişimler enerji verimini ve toplumun sadeliğini arttıracaktır. Bu hem bir gereklilik hem de sosyal ve sınai bir şanstır. Aynı zamanda da güçlü bir yardım ışığıdır. Tüketimi kontrol altına alıyor ve ziyan etmeyi azaltıyoruz. “Tüketimde eğitime” davet ediyoruz. Daha bilinçli tüketerek yeryüzü kaynaklarını himaye ediyoruz, böylece sınırsız olmadıklarının bilincinde olduğumuzu gösteriyoruz. Bence bu model, vatandaşlık ruhunun ve tüketim alışkanlıklarının ve tutumlarının değişeceğinin bir göstergesidir. Bizdeki bu ruha yeni bir şekil katmalı ve düşünce tarzımızı değiştirmeli.

Sonuç olarak, yerel mercileri ve güçleri ve tüm topraklardaki verimi ve kapasiteyi kuvvetlendirmek için ademi merkeziyetçilikte yeni bir perde açmak istiyorum.

Siyasette yürüttüğünüz girişimlere de en çok hangi düşünürlerden, politik aktörlerden etkileniyorsunuz? Hugo, Marx, Jaurès? Hangi nedenlerden dolayı?

Edgar Morin: beni “karmaşık düşünceye” sürükleyen tüm düşünürlerin siyasi fikirlerime etkisi büyüktür. Bu kişiler arasında sayabileceklerim: Héraclite, Montaigne, Pascal, Rousseau, Hegel, Marx, von Foerster. “Küçük düşürme/aşağı” algısından hiç haz almamayı bana aşılayan yazarların başında Dostoyevski ve Sefiller’i ile Hugo gelmektedir.  Beni sola karşı duyarlı hala getiren tüm yazarlar ezilmişlerin özgürlüğüne kavuşmasını istememe neden oldu. . . Muhafazakarlık ve inkılaplardaki “başkalaşım” kavramı içindeki reform ve devrim fikrinin eksiklikleri ve yetersizliklerini aşmamız gerekmektedir.

François Hollande: Kapitalizmin ne olduğunu anlamada Marx’ın eseri hala geçerliliğini korumaktadır. Ama bunun form ve şekil değiştirdiğini kabul edelim. Jaurès sosyalistler için olduğu kadar cumhuriyet için de önemli bir kaynaktır. Muazzam algısından, kültüründen, ruhundan, araştırmalarında yatan sentezden esinleniyoruz. Edgar Morin’in  antagonist boyutları bir arada ele almayı ve bir bütün olduklarını göstermeyi tercih ettiğini biliyorum. Zira ben de bunu eleştirmekten çok uzağım. Benim yaptığım siyaset, savunduğum ideal ve eylem için de iyi bir örnektir ve gerçek ile özdeştir. Aimé Césaire’in l’espérance lucide” kavramından etkilendiğimi eklemeliyim. Victore Hugo’nun yaygarasından. Gazabın ve bilincin gücünden. Ne adalet ama! Küçük Napolyon’dan bahsediyorum. . . İnsanlık için mücadelenin her saniye verilmesi gerektiğini bize hatırlatan Albert Camus’tan da etkilendiğimi söyleyeceğim.”

***

Bugün François Hollande sol cepheyi, her şeye rağmen, zafere taşıyarak çalışmalarının sonucunu yavaş yavaş toplamaya başladı. Geçmişte edindiği deneyimler, partisinden ve sosyalist çevreden gördüğü destek, muhafazakar kesime ılımlı yaklaşımı, kampanya sürecine kapı kapı gezerek uyguladığı projelerle “oy vermeyenleri” dahil  etme girişimi… Solun elde ettiği bu zaferde; değişime açık ve her zaman en iyi demokrasi arayan, bu uğurda korkusuz ve atılgan bir tarih yapısından geçerek adalet ve eşitliğe kulak veren vatandaşların atılımının katkısı yadsınamaz. Ama bu sonucun çoğunluğu taşıdığını varsayarak, safça sol egemenliğinden gözü kapalı bahsetmek lafta kalıyor. Çünkü Fransa sistemi; yerel mercilerin gerek belediye seçimleriyle gerek halk içinde azınlıkta kalan her grubun- yasama hakkı olmasa bile- söz hakkı tanıdığı konseyler sayesinde birçok ülkeden daha derin bir demokrasi anlayışını yaşatıyor. Bu nedenle, neredeyse yarı yarıya dağılmış seçim sonuçlarını departmanlar, komünler nezdinde düşünmeyi de unutmamalıyız.

Edgar Morin’in belirttiği gibi, bugün yaşadığımız kriz bir “medeniyet krizidir”.  Batı dünyası da bugüne kadar ekonomik ve sosyal bir çok sorun karşısında bilimleri birbirinden ayırmıştır. Ancak “birbirinden koparılan parçaları kumaş dokur gibi” birbirine tekrardan bağlamaya yetkin bir siyasi görüş “global çağda” ayakta kalıp gelişim gösterebilecektir.

Referanslar:

http://www.lexpress.fr/actualite/politique/l-affiche-officielle-de-hollande-en-fait-un-homme-sans-qualite-particuliere_1098795.html

http://leplus.nouvelobs.com/contribution/514236-nouvelle-affiche-de-hollande-une-campagne-de-gauche-une-communication-de-droite.html

http://www.mediapart.fr/journal/france/070512/les-fragilites-d-une-victoire?page_article=2

http://www.mediapart.fr/journal/france/060512/le-moment-hollande?page_article=5

http://www.dailymotion.com/video/xq456q_mediapart-2012-hollande-et-la-democratie_news?start=9

http://www.lemonde.fr/idees/article/2012/05/04/le-pouvoir-pour-quoi-faire_1695946_3232.html

Santraller kapanmış olsa da Japonya nükleer felaketin eşiğinde

08 Mayıs 2012

Japonya son nükleer reaktöre de -şimdilik- kilit vurdu. Ancak henüz sorun yaşanmayan reaktörlerin kapatılması durumu değiştirmeye yetmiyor, Fukuşima Dai-ichi Nükleer Santrali’nin geldiği kritik nokta Japonya’nın tepesinde Demokles’in kılıcı gibi duruyor. Santraldeki durumu geçtiğimiz hafta içerisinde sizlere aktarmıştık. Yazıda, durumun hiç de Japon hükümeti ve TEPCO’nun belirttiği kadar iyimser olmadığını, en ufak bir terslikte gelmiş geçmiş en büyük nükleer felaketle karşıya karşıya kalınacağını aktarmıştık. Durumun Japonya’da nasıl algılandığına ilişkin bir örnekle konuyu işlemeye devam ediyoruz. 8 Mart tarihinde Asahi televizyon kanalının gündüz kuşağında yayınlanan “Sabah Kuşu” isimli programda, Kyoto Üniversitesi Araştırma Reaktörü Enstitüsü, Araştırma Görevlisi Dr. Hiroaki Koide ile yapılan röportajı içeren videoyu İngilizce altyazılı olarak izleyebilir veya aşağıda yer alan Türkçe tam çözümüne göz atarak  konunun ayrıntılarına ilişkin daha fazla fikir sahibi olabilirsiniz.

Özellikle bu videoyu izleyince nükleer konusunu tartışmak için biraraya gelen 54 dünya liderinin nasıl olup da 4 numaralı reaktör meselesini gündemlerine dahi almamış olmalarına şaşıyor insan. İsviçre ve Senegal Japonya Eski Büyükelçisi, Fukuşima’yla ilgili kamuoyu bilgilendirme çalışmaları yapan ve bu kapsamda  geçtiğimiz ay gerçekleşen Seul Nükleer Güvenlik Zirvesi’nde Fukuşima Dai-ichi’nin durumunun gündeme alınması için büyük çaba sarfeden Mitsuhei Murata‘nın 2002’deki Delhi Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi’nde söyledikleri, ortada şaşılacak birşey olmadığını hatırlatıyor: “Dünya, idealist tavrı kaybetmiş gibi görünüyor. Günümüzün materyalist uygarlığı gelecek nesillerin akıl sağlığını tehdit ediyor.”

TEPCO ve hükümet ne derse desin Fukuşima dünya gündeminde hala yoğun yer işgal etmesi gereken, önemli bir meseledir çünkü tehlike hiç bir yere gitmemiş; sadece yıkıntıların arasında gizlenmektedir.

***

Gazeteci Toru Tamakawa: Felaketten bu yana “bir yıl geçti bile” diye düşünebilirsiniz ama aslında “sadece bir yıl” geçti. Fukuşima 1 Nolu Nükleer Santral kazasının sebebi hala net olarak tanımlanmış değil. Meclis tarafından oluşturulan Fukuşima Nükleer Kazası Bağımsız Araştırma Komisyonu’nun (NAIIC) inceleme sonuçları henüz yayınlanmadı. Yine de, nükleer santrallerin yeniden devreye sokulmasından bahsedip duruyorlar. Bu olaydan nasıl bir ders çıkarttıklarını çok merak ediyorum! Örneğin, “TEPCO’nun 1 nolu santrali şu an güvenli durumda mı?” diye sormak istiyorum. Tehlikenin geçtiğinden bahsediyorlar ama gerçekten öyle mi? Lütfen şuna bakın. (Panodaki manşetleri gösteriyor)

Manşet / Yazı: İki büyük siyasi parti çalışmaya devam edilmesini umuyor. Peki 1 Nolu Santralde kaza gerçekten sona erdi mi?

Tamakawa: Mesela Kyoto Üniversitesi Profesörü Dr. Koide’nin en çok endişelendiği 4. reaktörün hali bu (4 nolu reaktörün fotoğraflarını göstererek) İşte, 4.reaktörün şu anki vaziyeti budur. Görüyorsunuz duvar falan kalmamış. Açık konuşalım 4.reaktör bir yıkıntı vaziyetinde. Yıkıntı! Bunun içinde “yakıt havuzu” denilen bir yapı var. Burada binanın bir çizimini görüyorsunuz. Yaklaşık şu seviyeye kadar reaktör bulunuyor. Ve bu alanda da yakıt havuzu var. Bu havuzun içi tamamen yakıt çubukları ile dolu. Bunlar kullanılmış nükleer yakıt olsa da, burada toplamda bin 500’den fazla çubuk var. Yani reaktörün içindeki yakıt miktarının 2,8 kat fazlası. Bunların da sürekli olarak soğutulmaları gerekiyor. Peki mesela bir deprem gerçekleşir ve havuzdaki su sızmaya başlarsa ne olur? İşte bunun gibi endişelendiğim konuları Dr. Koide’ye danıştım.

***

Dr.Koide: Görüldüğü üzere havuz şurada ve dibi bir sürü nükleer yakıt çubuğu ile dolu. Eğer ki bir deprem olur ve bu duvar çökerse, havuz suyu dışarıya akacaktır. Böylece kullanılmış yakıt soğutulamaz hale gelecek ve hepsi seri bir şekilde erimeye başlayacak. Muhafaza edecek bir duvar kalmayınca, havuzdaki büyük miktar radyasyon serbest kalmış olacak.

Tamakawa: Ancak depremin ne zaman olacağını bilemeyiz. Henüz deprem olmamışken, binanın hemen yanına yeni bir havuz inşa etsek ve çubukları buna transfer etsek, olmaz mı?

Dr. Koide: Ancak, çubukları kaldırdığınız an kullanılmış yakıtlardan radyasyon salınacaktır. Ve salınan miktar civardaki insanları kısa süre içinde öldürecek kuvvettedir.

Tamakawa: O kadar kuvvetli mi?

Dr.Koide: Kesinlikle.

 ***

Tamakawa: Yani, “kullanılmış” nükleer yakıt demek,bunların tükenmiş olduğu anlamına gelmiyor. Hala hem ısı üretmeye devam ediyorlar hem de havayla temas etmeleri halinde çevredeki insanları öldürebilecek kadar tehlikeliler. Şu an sadece suyun içinde oldukları için güvenliler çünkü su radyasyonun yayılmasını engelliyor. Görüntülerde de gördünüz, “neden bunları dışarıya çıkartıp, başka bir havuza aktaramıyoruz?” diye sordum. Çünkü bu olağan bir şey. Şimdiye dek bu işin nasıl güvenli bir şekilde yapıldığına bakalım bir. (Güvenli transferin anlatıldığı grafikleri göstererek) Burada görüldüğü gibi nükleer yakıt çubukları başta bu reaktörün içinde duruyor ve kullanıldıkları zaman, buradaki kullanılmış yakıt havuzunun içine transfer ediliyorlar. Önce bu devasa varili suyun içine indiriyorlar. Daha sonra suyun içerisinde tüm çubukları birer birer bu varilin içine yerleştiriyorlar. Varilin kapağını yine suyun içerisinde kapattıktan sonra dışarıya çıkartıyorlar. Ancak deprem yüzünden bu vinç kullanılamaz hale geldi. Öyleyse nasıl olacak da bu çubukları taşıyacaklar?

***

Dr.Koide: Operasyon katının hemen üzerinde çok büyük, vinç gibi bir yapı var.

Tamakawa: Evet, görüyorum.

Dr.Koide: Bu vinç, devasa varili indirip kaldırmakta kullanılıyordu. Deprem yüzünden reaktörün kendisi yıkılmış halde ve bu vinç de kullanılamaz durumda. Yapılması gereken birçok şey var. Öncelikle havuzun içine düşmüş olan döküntü enkazı çıkartmaları gerekiyor. Bunu yaptıktan sonra varili suya indirebilmek için bir çeşit vinç kurmaları gerekiyor. Örneğin dışarıdan idare edilecek büyük bir vinç yapılabileceği gibi bunun hazırlıklarının yapılması gerekiyor. Daha sonra varilin suya indirilmesi ve büyük ihtimalle az da olsa bir hasar görmüş olan bu yakıt çubuklarının içine yerleştirilmesi ve kaldırılıp dışarı çıkartılmaları gerekiyor. Tüm bunların yapılmasının belki yıllar alacağını tahmin ediyorum.

Tamakawa: Peki bu yıllar içerisinde binayı yıkabilecek güçte bir deprem olursa ne olacak?

Dr. Koide: Bu herşeyin sonu demek olur.

Tamakawa: Son mu dediniz?

Dr.Koide: Evet.

 ***

Tamakawa: Herşeyin sonu.

Sunucu: İnanamıyorum… İnanamıyorum.

Tamakawa: Bu yüzden TEPCO bunun en acil mesele olduğunun farkında. Sanki bizim programa yetiştirmek ister gibi TEPCO dün en güncel planını açıkladı. Buna göre 4. reaktördeki yakıt çubuklarının çıkartılmaya başlanabileceği en erken tarih gelecek yıl 4 Ocak. Yani gelecek yıl Ocak ayına dek büyük bir deprem olursa, hatta çok büyük olmasına dahi gerek yok. Bu reaktör şimdiye dek defalarca sarsıldı, bu sarsıntılardan birinde havuzda çatlak oluşur ve su sızmaya başlarsa yapacak birşey kalmayacak.

Sunucu: Yani çatlak dahi olsa?

Tamakawa: Evet, çatlarsa dahi Tokyo’yu da içeren çok geniş bir alanın sonu gelecek.

Sunucu:  Buna rağmen santralin çalışmaya devam etmesinden bahsediyorlar.

Tamakawa:  Bana kalısa, en azından araştırma komisyonunun inceleme raporu açıklanana dek böyle bir şey söz konusu değil. Ayrıca yeni Nükleer Düzenleme Kurulunun oluşturulmasında da… Düzenleme Kurulu, Araştırma Komisyonu tarafından kontrol edilmeli.

Sunucu: Böylesi önemli bir mesele için muhalefetin hükümeti kesinlikle denetlemesi gerekiyor. Ancak muhalefette de nükleer enerji üretimine devam etmek isteyen kişiler olduğu için, bazıları baskı altında kalarak bunu istese de, bu denetlemeyi yapacaklarını sanmıyorum. Çünkü her iki taraf da nükleer santrallerin işlemeye devam etmesini istiyor.

Tamakawa:  Ancak Liberal Demokrat Parti (muhalefet) üyesi Sayın Kono gibi bunun böyle olmaması gerektiğini savunan da pek çok isim var.

Sunucu: Bunlar azınlıkta değil mi ama?

Tamakawa: Hayır, değil. Demokratik Parti (hükümet) içinden dahi aynı görüşü paylaşan kişiler var. Ancak santrallerin yeniden çalıştırılmasını isteyen de birçok kişi var.

Sunucu-1: Yeniden oy vermek istiyorum.

Sunucu-2: Aslında yerel halkların anlayışını kazandıktan sonra enerji üretimine devam edeceklerinden bahsediyorlar. Ancak bu meselede bence “yerel” demek tüm Japonya veya komşu ülkelerin de dahil olduğu bir alan demek. Sadece nükleer santrallerin kurulu olduğu bölgelerin “yerel” olarak kabul görmemesi gerektiğini aklımızda bulundurmalıyız.

Sunucu-3: Yani anlamamız gereken kaza hala atlatılmış değil ve kriz hali devam ediyor.

Tamakawa: Afedersiniz bu arada düzeltmem gereken bir şey varmış. Çubukların çıkartılmasına gelecek yıl Ocak ayında değil… Ne zaman? Aralık mı? Gelecek yıl Aralık ayında mı başlanacak? Şaka mı bu!

Sunucu: Daha sonraki yıl yani…

Tamakawa: Kusura bakmayın, iyimser bir hata yapmışım.

Sunucu-1: Ben nükleer konusunda istekli olan tüm meclis üyelerinin istifa etmesini istiyorum.

Sunucu2:  Bu konunun daha ayrıntılı düşünülmesi gerekiyor.

Sunucu3: Nükleer enerji üretiminde direten meclis üyelerinin isimlerini öğrenip bunların ne düşündüğünü sormak istiyorum.

Tamakawa: Evet, biran önce yapmak lazım.